Eskiden beri devam eden bir tartışma son günlerde yeniden alevlendi. Risale-i Nur şerh ve izah edilmeli mi? Edilmemeli mi?

Aslında tartışmaya mahal olmayacak kadar bedihi olan bu meselede kavganın ana sebebi, şerh ve haşiyenin ne olduğunu ve ne olmadığını tesbit etmemekten ileri geliyor. Bir taraf Risale-i Nur’un cümlelerini okuyup, sonra onun bazı kelime ve cümleleri üzerine biraz laf etmeyi, oradan buradan getirdiği konuları, özellikle fennî ve felsefî meseleleri bahsetmeyi şerh ve haşiye yapmak sayıyor. Sonra Bediüzzaman’ın risalelerin şerh ve izahlarının yapılması gerektiğini ifade eden ve yapılacağını da haber veren sözlerini bu manaya hamlediyor. Yaptığı gevezeliğe, daha kötüsü yanlış te’villerle yaptığı tahrifata şerh ve izah diyor. Diğer taraf da bu gibi şerh adı altında yapılan tahrifatı bahane ederek, o da şerhin bu olduğunu zannedip şiddetle karşı çıkıyor. Kendisine mesned olarak da, Bediüzzaman’ın sözlerinin saptırılmaması ve kitaplarının bozulmaması için, cehaletle ve ilmî usullerden mahrum bir surette yapılan izahları men eden sözlerini gösteriyor.

Bediüzzaman’ın dediği gibi “anlaşılmayan bir kitap manasız bir kâğıttan ibarettir.” Doğru bir şekilde anlamayı temin edecek veya anlayışı daha da ziyadeleştirecek veya kolaylaştıracak, hem ilave faideler verecek şerhler, haşiyeler ve taliklerin yapılmasının ne kadar menfaatli ve hatta lüzumlu olduğu tartışılacak bir mesele değildir. Fesahat, beyan ve belağatta mu’cize olan ve cemi ihtiyaçlara kafi ve vafi olan Kur’an-ı Hakim’e bu kadar tefsirler, hatta o tefsirlere bile şerhler ve haşiyeler yapıldığı halde, Risale-i Nur’a şerh ve haşiye yapılmaz demek soğuk bir taassubdan başka bir şey değildir. Kur’an’a yapılan tefsirler Kur’an anlaşılmadığı için veya kafi olmadığı için değildir. Belki onun ne kadar cami olduğunu, bütün ilimleri ihtiva ettiğini göstermek içindir.

O halde burada şerh, haşiye ve talikin ıstılahî manada ne demek olduğunu güzelce tespit etmek lazımdır. Bediüzzaman şerh ve haşiyeden bahsederken onun lügat manasını değil örf-i ulemadaki ıstılahî manasını kasdediyor. Çünkü mantıkta ve usul-i fıkıhta mukarrer bir düsturdur ki; örf-i has, yani ıstılahî mana örf-i âmdan mukaddemdir ve örf-i âm lügat manasına mukaddemdir. Buna göre bir mevzuda ıstılah olan bir kelime kullanıldığında öncelikle ıstılahî manaya hamledilmesi gerekir.  Lugat manasına hamletmek tahrif etmek demektir.

Örf-i ulemada şerh, bir kitabın her cümlesinin ilmî düsturla izah edilmesidir. Müşkil cümlelerin ve mevzuların halli, izah edilmesi gereken konuların izahı ve dayandığı ayet ve hadislerin tahrici yapılır. Burada şunu da özellikle vurgulamak lazımdır ki, şerh ve haşiye dendiğinde yazılı kitap kastedilir. Yani ana metin muhafaza edilerek, kitabın üzerine şerhler ve haşiyeler yazılır. Yoksa sözlü olarak yapılan izahlara örfî manada şerh ve haşiye denmez. Buna ders denir veya müzakere denir veya mütalaa denir. Eğer ilmî bir surette yapılmaz da kafadan yorumlar ve felsefiyatla yapılırsa, ona da gevezelik denir. Yani şerh ve haşiyeden murad Kur’an ve hadise ve şer’î ilimlere dayanarak yapılan yazılı metinlerdir. Sözlü izahlar değil.

Amma haşiye ise; kitabın bütün meselelerine değil de bazı yerlerine, yine ilmî usullerle yazılan izahlardır. Şerhten daha hususidir. Onun için şerhlere yapılan ilavelere de haşiye denir.

Ta’lik ise; haşiyeden daha has olan izahlardır. Ekseriya ana metni izahtan ziyade, onda anlatılmayan ilave konuları zikreder. Bediüzzaman’ın Gelenbevî’nin mantık kitabına yaptığı Ta’likat isimli eserinde olduğu gibi.

Elhasıl: Risale-i Nur’a şerhler ve haşiyeler yazılması güzeldir ve hatta lazımdır. Ama bu şerhler ve haşiyeler Kur’an, sünnet, icma ve kıyas-ı fukaya dayanarak ve ilmî usullere riayet ederek yazılan kitaplardır. Fen ve felsefeyle ve kafadan yorumlarla yapılan izahlar; fıkhı ve usul-i fıkhı, mantık ve belağati, özellikle Kur’an ve hadisi bilmeyen kimselerin yaptıkları izahlar şerh ve haşiye değildir. Hele çay sohbeti yapar gibi kitabı okuyup üzerine yapılan konuşmalar şerh ve haşiye hiç değildir. Eğer sözlü izahlar ilmî usullerle yapılırsa o vakit derstir, müzakere ve mütalaadır. O da güzeldir ve lazımdır.

Bediüzzaman doksan kitabı hafızasına almış, ahir ömrüne kadar her gün üç saat çalışarak üç ayda bu doksan kitabı hafızasıdan tekrar eden bir alimdir. Bütün bu ilmî birikimiyle Kur’an’a teveccüh etmiş ve onun mana hazinesinden bu Risale-i Nur’u istihraç etmiş. Dolayısıyla Risale-i Nur’un cümleleri bütün bu ilimlerin düsturlarıyla tanzim ve tertib edilmiştir. İfade ettiği manalar da yalnızca Kur’an’ın ve onun müfessir-i evveli olan hadislerin manalarıdır. Müellifinin dahi şahsî malı değildir. Onun için bu ilimlerden haberdar olmayan ona şerh ve haşiye yapamaz. Risaleyi okuduğunda her aklına gelen şeyi ona izah sayamaz. Özellikle Risale-i Nur’un ayinesinde, onun üstadı ve manaların asıl sahibi ve menbaı olan Kur’an’ı doğrudan doğruya göstermeyen, hiçbir izahın Risale-i Nur ile alakası yoktur.