Toplumsal olarak her kademeden dillendirilen ama bir türlü de çare bulunamayan bir “kimlik krizi” yaşıyor İslâm coğrafyası; özelde de Türkiye’deki Müslümanlık…

En başından belirteyim: Bu kimlik krizi İslâm’a ait değildir…

Müslümana ait olan bu krizin temel sebebi ise ona kimliğini veren, kim olduğunu hatırlatan İslâm ile arasına giren “sinyal dağıtıcı”lardır…

Bir Müslümanın yaşam tarzındaki her nüansa rengini, karakterini veren bu “ana kodlayıcı” ile kodlanması gerekenler arasına giren “sinyal dağıtıcı”lar, yaklaşık iki yüz yıldır İslâm coğrafyasında bir “kimlik tutulması”na sebebiyet veriyorlar…

Adeta güneşi engellenmiş bir “ay” gibi “yörünge sersemliği” yaşatıyorlar…

Bu sersemlik İslâm coğrafyasında neler yaptırmadı ki…

Batı’ya duyulan melankolik hislerin, “ben merkez”li anlayışların, çıkar için her yolu “mübah”laştırmaların temelinde bu sersemlik yok diyebilir miyiz?

Bu kimlik tutulmasının bizi götürdüğü en büyük savrulmalardan biri de “kültürel soykırım” olarak tarif edilen “dil icadı”, “tarih icadı” ve “gelenek icadı” gibi vahim durumlardır…

Kendi güneşini kaybeden Müslüman, sekülerleşerek Batı’nın yücelttiği “Homo magus” büyülü insanı ve onun aklını her şeyin ölçüsü sayan bir noktaya geldi…

Batı’nın tüm dünyaya ihraç ettiği Modernite ya da Aydınlanma anlayışları da aslında bu “büyülü insan”a ait aklın oluşturduğu paradigmalardır…

Batı bile kendisine ait bu akıl tutulmasından yine kendi entelektüelleri sayesinde büyük oranda kurtulmayı başardı -en azından felsefi- ve “aklın mutlaka bir dine, yaratıcıya ihtiyacı var” noktasına geldi…

Kimlik tutulmasının getirdiği bütün “çürüme”lerden, krizlerden kurtulmanın yolu, bizim de güçlü bir şekilde dine ve yaratıcıya olan ihtiyacımızı yeniden keşfetmemize ve bizi bin yıl boyunca aydınlatan güneşimize yeniden kavuşmamıza bağlı; sinyal gücümüzü de bütün dağıtıcıların üzerine çıkararak…

“Ana kodlayıcı”mız yeniden devreye girdiğinde en başta çelişkilerden, çatallanmalardan kurtulacak ve “yaşadığı başka inandığı başka” olarak ifade edilen “sosyal şizofreni” halinden de kurtulacağız…

O kurtuluş ile siyasetten sanata, köyden şehre, insandan topluma her şey kimliğini yeniden bulacak…

Kimliğine ve güneşine kavuşan akıl misdakını (ölçü) da bulmuş olacak…

Ölçüsü olmayan bir aklın itiraz etmesi mümkün değildi; zira neye göre yanlış, neye göre yalandır…

Kimliği tutulmamış bir toplum da, yalan ya da iftira cesurca kendini gösterebilir mi?

Ya da bir yalancı, müfteri itibar görebilir mi?

Geleceğimizi ilim, dolayısıyla da ilim insanları yerine medyumlar, falcılar aydınlatabilir mi; daha doğrusu karartabilir mi?

Sonuç olarak “kim” olduğunu bilene, kimlik dayatılabilir mi?