557 yılının karlı bir kış günüydü. Yerin altından gelen dehşetli bir uğultuyla başlayan deprem, İstanbul’u temellerinden sarsmış ve yerle bir etmişti. Ayasofya’nın kubbesi çökmüş, deniz kabarıp kıyıdaki evleri yutmuştu. Sabah ışıdığında, köleler ile efendileri olan Romalı soylular bir tas yemek için birbirleriyle kavga ediyorlardı.

Aradan geçen bin yıl sonra 1509’da İstanbul, “küçük kıyamet” denilen bir büyük depremle yeniden sarsılacaktı. Şehrin nüfusu 160 bin kadardı. Fakat ölenlerin sayısı 13 bini bulmuş, binden fazla ev yıkılmıştı. Yani şehrin nüfusunun neredeyse yüzde 10’u hayatını kaybetmişti. 7,2 şiddetindeki deprem, Mısır’da dahi hissedilmişti.

Evlerin tamamının “iki ya da en fazla üç katlı ve ahşap” olduğu bir şehirde yıkım büyük olmuştu. Hanlar, medreseler, camiler büyük zarar görmüştü. Benzer durum 6,9 şiddetindeki 1766 depreminde de görülmekteydi. Şehirdeki konutların büyük çoğunluğu ahşaptı, fakat yıkım yine büyüktü.

İstanbul’un yaşadığı son büyük deprem II. Abdülhamid’in saltanatı döneminde 1894’de gerçekleşti. Tıpkı önceki depremlerde olduğu gibi deniz önce 200 metre kadar çekilmiş ve dev dalgalar şehrin kıyılarını vurmuştu. Kentteki konutların büyük bir kısmı ahşaptı. Kargir ve demirli yeni binaların yapımına henüz yeni başlanmıştı. Bu yapıların da büyük bir kısmı depremde yıkıldı.

İstanbul halkı 1999 depreminden bu yana adeta diken üstünde. Buna rağmen şehrin nüfusu artmaya ve göç almaya devam ediyor. Olası büyük depremde yıkımların yüksek katlı ve betonarme binalar sebebiyle olacağı varsayılıyor. Oysaki, şehrin son bin 500 yıllık deprem geçmişine baktığımızda iki katlı ve ahşap yapıların dahi nasıl yerle bir olduğunu net olarak görebiliriz.

Sorun betonarme ya da ahşap mimarlıkta değil. Konutların nasıl malzemeyle inşa edildiği de değil. Sorun, “hırslarımız ve aç gözlülüğümüz yüzünden” mevzuatı hiçe sayarak yaptığımız “derme çatma” kaçak yapılarda.

İstanbul’da yüz binlerce konutu sırf biraz daha para kazanabilmek için kendi ellerimizle mezarlığa dönüştüren bizleriz. Elbette, görevini üç-beş kuruş yüzünden suistimal eden kamu görevlileri de temize çıkartılamaz.

Fakat bütün gün ekranlara çıkıp, felaket tellallığından felaket tüccarlığına terfi eden zevata katılmak da mümkün değil. 1999 depreminde devletin nasıl iflas ettiğini yaşayarak gördük. Memur maaşlarını ödeyemeyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in gelen yardımları ihtiyaç sahiplerine vermek yerine maaşların ödenmesine aktardığını unutmadık.

İslami kuruluşların devletin yokluğunu aratmamak için seferber olmasından Ecevit ve şürekasının nasıl rahatsızlık duyduğunu; çorba dağıtan çadırları dahi nasıl söktürdüğünü unutmadık.

Şimdi tabii felaketleri dahi iktidarı yıpratmak için kullanan fırsatçılar, son 15 yılda binden fazla okulun güçlendirildiğini, yüzlerce okulun yeniden yapıldığını; Bakırköy, Beykoz ve Samatya gibi 50’den fazla büyük ölçekli devlet hastanesinin güçlendirildiğini ve onlarca kompleks hastanenin yapıldığını gözden kaçırmak için takla atabilirler.

Fakat biz onların ciğerlerini biliyoruz. Montaj fotoğraflarla siyaset yaptığını sananların yalanlarına karnımız tok. Kirli ticaretlerini uzağımızda yapsınlar.