Geçtiğimiz hafta, Hz. Mevlânâ’ya yapılan zulmü yazmıştım malum. Müzeleşen türbenin, ‘’kültür’’ faaliyetleri kılıfıyla nasıl taciz edildiğine dokunmuştum. Sima’ ve gına gibi mefhumlarınyanlış yorumlanmasına, tasavvufun cühela elinde oyuncaklaşmasına değinmiştim.

Bazı hususlar için yer kalmamıştı, bir iki kelâm daha edeyim.

Evet, Hazret-i Pir’i, Mevlevilik adı altında kendi uyduruk ayinlerine malzeme yapmaktan vazgeçmiyorlar. Muteber eserleri tanımadıkları için, şeriatın ve tarikatın hakikatlerinden de habersizler…

Mesela, Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin Er-Riyâdu’t Tasavvufiyye gibi harika bir risalesi vardır. Tasavvufun incelikleri orada çok latif bir üslupla anlatılır. Bir Müslümanın, yalnız o risale ışığında dahi, günümüze kadar süregelen soytarılıkları teşhis etmesi mümkündür.

Büyük Veli’yi anmışken hatırlayalım…

Bir seveni, tekke ve zaviyeler mevzuunu sual etmişti…

Buyurdular:

-Hükümet, tekkeleri değilboş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.

Zamanının bedîi, devrinin irşad kutbu; meseleyi harika izah etmişti. Zira dergâhlarda bid’at tavırlar çoğalmakta, tasavvufun hakikatine riayet neredeyse yok olmaktaydı. Dolayısıyla şeriattan da ödün veriliyordu. Nefsi zevklendiren komik ve abes ritüeller, kalbi huzura kavuşturan ameller gibi görülüyordu…

Günümüz felaketlerini hiç deşmeyeyim.

Hâsılı şöyledir:

Hz. Mevlâna; en bayağı romantizmlere, en yobaz cehaletlerehapsedilmektedir.

Yahu, Mesnevi-i Şerif’te âşık Dekukiadlı zatın namazına dair bir kıssa vardır misal… Namazın hakikatinden misk kokulu demetler sunar okuyana. Mest eder, hayretlere sürükler. Yalnız o kıssa bile, hakikat bilgisinin basit ve ucuz yorumlara sığmayacağınıbize gösterir. Sofilik iddiasındaki bazı şarlatanların, aslında hakikat ehlinden ne denli uzak olduğunu bize kanıtlar.

Nitekim muhkem kaziyyedir: Tarikat, şeriattan gayrı değildir. Aksini savunmak hafif akılların işidir. Kişinin körlüğü, güneşin güneşliğine zeval vermez.

Hoş…

Pes zîcânkün, vasl-ı Cânan-râtaleb

Bî leb-ü gâmmîgûnâm-ı Rab

Mısraları da Mesnevî’dendir. Bize, ‘’Cânâna kavuşmayı, cân-ı gönülden iste; Rabbinin ismini kalbinden, dudağını oynatmadan söyle!’’ demektedir. Vicdan sahipleriiçin fotoğraf berraktır. Geçin çalgılı çengili komik dansları, Hazret, yüksek sesle zikri dahi tercih etmemiştir.

Madem yeri geldi, ekleyelim…

Şu ‘’ney’’ bahsini; şeyh, mutasavvıf veya kanaat önderi geçinen musikişinaslardan değil de, Mevlânâ Câmî Hazretleri’nin Mesnevî şerhinden öğrenelim:

-Ney; İslâm dininde yetişen, kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar, kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Her an Allahü Teâlâ’nın rızasını aramaktadırlar. Ney, Farısî dilinde ‘’yok’’ manasındadır. İşte bu zatlar da kendi varlıklarından yok olmuşlardır. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, çıkan her ses onu çalan kimseden hâsıl olur. O Büyükler de varlıklarından boşalır ve kendilerinden Allahü Teâlâ’nın ahlâkı, sıfatları ve kemalatı zahir olur. Ney’in 3. manası da kamış kalem demektir ki, bundan da insan-ı kâmil kastedilir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareket ve sözleri de hep Cenab-ı Hakk’ın ilhamı iledir.

Yani meram bellidir.

Abidin Paşa’ya kadar getirebileceğimiz tüm temiz itikaldı şârihler, aynı minvalde meseleyi açıklamışlardır.

Bugünün manzarası ise müthiş bir maskaralığın tasviridir.

Ehl-i sünnet itikadı, Anglosakson Siyonizmi’nin üstümüze giydirdiği kalın fitneler sebebiyle, cılızakılların hastalıklı yorumlarına maruz kalmaktadır. Şeriat, tarikat ve hakikat; bodur zihinlerin idrak seviyesine indirilmektedir.

Bu rezaletlere müsaade vermek büyük vebaldir.

Ve men yek vecdü-hû vecdensahîhan

Fe-lemyahtecc ilâ kavli’imuganni

(Vecdi sağlam, sahih olan kimse; gına eden şarkıcının sözüne ihtiyaç duymaz!)