Ülkenin hem siyasi tarihinde hem de kültür sanat alanında içinin buruk kaldığı bazı zaman dilimleri vardır. Bu iç burukluğunu yaşatan ve her hatırladığımda hüzne boğulduğum isimlerden biri İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy. Dün şairimizin vefat yıl dönümüydü.

Mehmet Âkif Ersoy’un yaşantısına bakıp bugünü doğru anlamak ve daha doğru hareket etmek gerektiğini düşünüyorum. Şu dar köşeye onu ve felsefesini sıkıştırmak talihsiz bir yaklaşım olurdu. O yüzden Âkif’in yalnızlığı ve cenaze merasimi üzerine birkaç kelam etmek istiyorum.

Âkif’in fotoğrafını ve haksızlık karşısındaki muhalifliğini her hatırladığımda gözümde on dört asır evvelinden bir sahabe beliriverir. Bu sahabenin adı Ebu Zer El Gıfari’dir. Âkif de, Ebu Zer de; çiğner, çiğnenir yine de hakkı tutup yerden kaldırır. Hz. Peygamber’in Ebu Zer’e “Yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız haşrolur.” dediği rivayet edilir. Âkif, aslına bakarsak yalnız yaşamamış. Hatta milli mücadele döneminde milyonları harekete geçiren bir retoriği olmuş, birçok edebiyatçı yetiştirmiş, hep sözünde durmasıyla nesillere örnek olmuştur. Tüm bunların yanında bence Ebu Zer ile Âkif’in ortak noktaları ‘garip’ oluşlarıdır.

Bunların yanında Âkif demek benim için duruş sahibi olmaktır. Hep kendi duruşu ve dünyaya bakışından dolayı Hak bildiğini söylemiş, hiçbir zaman çekinmemiştir. II. Abdülhamid ile de, Mustafa Kemal Atatürk ile de görüş farklılıkları olduğunu biliyoruz. O bu toprakların maneviyatı ve bağımsızlığı için hiç vazgeçmedi. Söz ustalığı da nesillerden nesillere uzadı. Kahramanlık şiirleri ve İstiklal Marşı’nı ayrıca değerlendirmek ve incelemek gerek. Geçtiğimiz günlerde TBMM’nin de 2021 yılını İstiklâl Marşı yılı ilan etmesine de çok sevindik. Umarız bu kararla güzel başlangıçlar ediniriz.

Bunun yanında hep fakirin fukaranın, ezilmişin ve halkın yanında olmuş. Döneminde bir toplumsal gerçekçilik akımı olmasa da ben onu toplumsal gerçekçi olarak değerlendiriyorum.

İstanbul Üniversitesi AUZEF, Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk hocamızın öncülüğünde İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un cenazesini konu alan kısa bir belgesel hazırlamış. O cenazenin duygusunu bize yaşattıkları için hocamıza ve İstanbul Üniversitesi’ne teşekkür ederim. “Âkif’e vefasızlık edilerek defnedildi” gibi dedikodular dolaşmıştı. Bu belgeselde ülkenin İstiklâl Marşı’nı yazan büyük şairine siyasilerin vefasızlığını ama İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin ve halkın vefasını izliyoruz.

84 yıl önce yaşanmış olan bu olayın ışığında son zamanlarını sessiz yaşayan, sesini değil sözünü yükselten büyük şair gibi başka duruş sahibi fikir insanlarımızın olduğunu da hatırlayalım. Siyasi konjonktür uğruna onları mahkum etmeyelim. Hangi inanç, mezhep ya da bakış açısına ait olurlarsa olsunlar, düşünce ve fikir dünyamızı aydınlatan yazarlarımızı başka bir nezaketle karşılayabilsek keşke.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a karşı “Seni Abdülhamid’in yalnızlığına bırakmayacağız” diye slogan atanlar oldu. Elbette bırakmayalım, fakat yaşarken değeri hiç bilinmeyen sanatçılarımız ve söz ustalarını da Âkif’in sessizliğine ve garipliğine bırakmasak olmaz mı? Sessiz ve derinden başka bir bilinç geliştirmeli. Tüm derinlikli sanatçılarımızla kurduğumuz bağı tekrar gözden geçirmeliyiz. Tekrar Âkif’i rahmetle anarken şu dizelerini de hatırlatmak isterim;

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,

Günler şu heyûlâyı da, er geç silecektir.

Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma,

Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?”