Son iki haftalık gündemimiz; memleketi tevazu, feraset, basiret, erdem paydasında buluşturması gereken hikmet şirazesinin iyice dağıldığını gösteriyor.

Önce okullarda Atatürk fotoğrafı-büstü ile kurgulanmış, Kuzey Kore gibi kapalı rejimlerde rastlanacak tapınma türü bir saçmalığa tanıklık ettik. Buradan başlayalım.

Bu meselede herkes gözünü sadece denetleyici pozisyonda olan Milli Eğitim Bakanlığı’na dikti. Bakanlık kanuni çerçeveyi çiziyor, muhtevayı öğretmene, okul idaresine bırakıyor. İdarenin ve öğretmenin şirazesinin ise veli olması gerekiyor. Çünkü veli bu şiraze olma hakkını Anayasa’dan alıyor.

Anayasa, tüm vatandaşlara din, vicdan ve kanaat hürriyetiyle bu tapınma ritüellerine itiraz etme hakkı veriyor. Ancak bu hak öylesine ceberut bir faşizanlıkla çiğneniyor ki veliler seslerini dahi çıkaramıyor. Öğretmenin çocuğuna verdiği görevi reddedemiyor, hatta kimi zorbalıkların yüzlerce liralık maddi külfetine katlanıyor. Üç kuruş maaşla geçinen insanlara kıyafetler tören gereçleri aldırılıyor.

Veliler susuyor. Çünkü karşı çıksalar çocuklarının dışlanacağına, ötekileştirileceğine ilişkin korku yaşıyorlar. Okul idareleri inisiyatif alamıyor, işin kolayını bulan haddini bilmezlerce “Atatürk düşmanı” yaftasıyla sosyal medyanın önüne atılmaktan çekiniyor. Üst kadrolar, “başım yanmasın” diye okul idaresinin arkasında durmuyor, hasbelkader öğrenen siyasi iradenin alt kademeleri ‘alttan alınmasını’ nasihat ediyor.

FETÖ ikiyüzlülüğünü doğuran, takiye gibi sahtekârlığa zemin oluşturan da ilkokuldan itibaren toplumu zehirleyen işte bu ceberut kafaydı. Bu kafanın sinsice sürdürdüğü zorbalığa Beşiktaş’ta, Karaköy’de, Kocaeli’deki şizofrenik vakalar silsilesinde kameralar eşliğinde tanıklık ettik.

Ve ne yazık ki okulda, minibüste, otobüste, sokakta, üniversitelerde onlarca örneğini gördüğümüz bu zorbalık karşısında, “Atatürkçü” olarak konumlanan medyanın hali şirazenin yerine oturtulmasının önündeki en büyük engel olarak duruyor.

Düşünsenize; Türkiye’de hiç var olmamış bir üniversitede dolayısıyla hiç yapılmamış bir doktora tezine dayandırıp Suriyelilere karşı kışkırtma çabasına giren ve özür dileme gereği duymayan şirazesizlikten bahsediyoruz.

Son hadiselerde bu medyanın kimi temsilcilerinin bu zorbalıkları şizofreniye bağlamalarını ehven-i şer olarak yorumladım. En azından bu zorbalıkların bir şizofren tarafından gerçekleştirilebilecek kadar vahim olduğunu kabul ettiler.

Çünkü aynı kafa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesi “ABD’de Türk heyetine yaptırım” beklemek gibi hayal dahi edilemeyecek bir şiraze kaymasına ulaşmıştı. Dünyalarını bina ettikleri Marksist teorileri ayaklar altına alıp ABD eksenli bir gazeteciliğin meşrulaştırılabildiğine şahitlik ettik. Bunlar için Türkiye’nin milli menfaatlerine sadakati geçtik, sözde sol jargonla ifade edecek olursak “ABD’nin Ortadoğu halklarına yönelik emperyal histerilerin” bile bir anlam etmediğini gördük.

Şiraze kayması sadece bu kafaya mı mahsus peki? Rektörlük ve milletvekilliği beklentileri yerine getirilmeyince Suriyeli düşmanlığıyla görünür kalmaya çabalayan ya da konu akrabaları olunca FETÖ’ye karşı merhamet abidesi kesilen siyasileri nereye koyacağız?

En sefil halleriyle yatlarda bekârlığa veda partileri yapan başörtülü genç kızlar, bir vaftiz törenini andıran israfın, gösterişin, sonradan görmeliğin dibini bulmuş bebek mevlitlerini hangi şirazeye oturtacağız?

Muhalifiyle muktediriyle; siyanürlü intihar pornografisi üzerinden zihinleri iğfal ederek yeni intiharlara kapı aralayan medyanın hemen her konuda bulaşıcı hale dönüştürdüğü “şiraze kayması hastalığı” yüzünden 81 milyon topluca intihar ediyoruz ama farkında değiliz.

Tüm bu şizofreni manzarasında zihin sağlığını koruyabilen ve memleketi düzlüğe çıkarıp şirazemizi yerine oturtmasını beklediğimiz neredeyse tek umudumuz kaldı. O da sosyal medyada sık görmediğimiz için varlıklarından bihaber olduğumuz Anadolu’nun dualı ağızları ile bu dualarla ayakta duran, milleti için gecesini gündüzüne katan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Allah yardımcısı olsun…