– Zaten uyuyamıyorum ama bazen tam dalacakken bir ses adımı ünlüyor kulağımın dibinde. Korkuyorum, tanımaya çalışıyorum o sesi, kimdi o, neden?.. İşte o zaman uyku gözlerimin ucundan kayıp gidiyor, ben daha çok korkuyorum. Kalkıp bir sigara daha içmeli, perdenin ardından şehri kolaçan etmeliyim. Şehir diyorum, şehir bu saatlerde çarmıha gerilmiştir; inlemelerini dinliyor, sabahı zor ediyorum. Gün uzak ve ben düşünüyorum: benden evvel kimler buradaydı. Belki de araştırılsa kayıtlardan çıkartılabilir bir liste. Siz bana yardımcı olabilseniz… Çok şey mi istiyorum. Kaç kişiydiler, kaçı erkekti, kaçı kadın. Bana tam sayı gerekli. Burası var olalı beri kaç kişi?.. Olamaz mı, mümkün mü değil. Bence yeterince isteseniz olur.

Neyse, uyku diyordum. Hiç uyumuyor değilim elbet. Bazen uyuyabiliyorum. Belki de bir bayılma hali. İşte o zaman gördüğüm rüyaları görseydiniz ağlardınız dostum. Onları yazsam panik atak vakalarında patlama, yüksek yerlerden yeryüzüne atlama eylemlerinde artış; melankoli, hezeyan, korku, çamaşır suyu içip ruhunu arındırma arzusu duyanların sayısında gözle görülür çoğalma falan… Sayayım mı daha?

Neyse, liste diyordum. Bu liste gerekli. Nihayetinde istatistik. “Yalanlar üçe ayrılır” demiş şu an kim olduğunu hatırlayamadığım birisi, “yalan, kuyruklu yalan, istatistik”. Beğenmediniz mi? Beni pek güldürmüştü ilk duyduğumda. Sonrakilerde ise hiç gülmemiştim.

Neyse, çarmıh diyordum. Tavla biliyor musunuz? Öyle mi, yapalım bir parti isterseniz. Pekala, daha geniş bir zamanda… Malumunuz tavlada farsça sayılır, siz Türkçe mi sayıyorsunuz. Sağlık olsun, bir zaman uğraşmayla kolayca öğrenilir. Ne diyordum, tavla müsabakalarından hatırlarsınız “çehar” dört demektir, “mıh” ise bildiğiniz mıh. Hani şu meşhur şiirde geçtiği gibi: “adını mıh gibi aklımda tutabilme ihtimalini sevdim” Hatırladınız mı? Hatırlamadınız mı? Sanırım beni geçiştiriyorsunuz. Bunu sevmedim. Size rüyalarımı anlatma arzusu uyandı şu an içimde. Kuvvetli, geçmesi zor bir arzu. Dinlemeyecek misiniz? Pekala öyle olsun.

Neyse, şiir diyordum. Necip Fazıl Bey’in bir şiiri vardır ki pek severim. Lütfen can kulağıyla dinleyin beyefendi:

“Bir merhamettir yanan, daracık odaların / İsli lambalarında, isli lambalarında / Gizli bir akis kalmış gelip geçen her yüzden / Küflü aynalarında, küflü aynalarında / Atılan elbiseler boğazlanmış bir adam / Kırık masalarında, kırık masalarında / Bir sırrı sürüklüyor terlikler tıpır tıpır / İzbe sofralarında, izbe sofralarında / Atıyor sızıların çıplak duvarda nabzı / Çivi yaralarında, çivi yaralarında / Kulak verin ki zaman tahtayı kemiriyor / Tavan aralarında, tavan aralarında /Ağlayın aşinasız, sessiz can verenlere / Otel odalarında, otel odalarında.

Şiiri teatral jest ve mimiklerle kendinden geçercesine okudu. Bitirdiğinde elindeki ahizeye dönüp afili bir baş selamı verdi ve sordu:

– Nasıl beyefendi, beğendiniz mi?

Telefondaki uykudan uyandırılmış, sinirli ses cevap verdi:

– Efendim resepsiyon telefonunu meşgul ediyoruz. Başka bir arzunuz yoksa iyi geceler…