Çarşıya çıktığımda bazen hangi ülkede olduğumu şaşırıyorum. Sanıyorum hiçbir ülkede bizdeki kadar yabancı isim merakı yoktur. Dükkân isimlerinin çoğu yabancı kelimelerden oluşuyor. Turistik bir bölgede ve müşterilerinizin çoğu da turistler olursa bunu anlamak bir nebze kolay olur lakin müşterilerinin tamamı Türkçe konuşan bir dükkân neden yabancı bir isim tercih eder ki?

Özellikle son 30 yılda yaşanan iletişim devrimi dünyayı büyük bir köye çevirdi. İnternet, sosyal ağlar, televizyon, uydu kanalları sayesinde dünyanın neresinde olursanız olun ortak bir alanın vatandaşı hissine kapılıyorsunuz. Bunu zorlayan elbette kapitalist sömürü düzenidir. Amerika merkezli kapitalist sömürü düzeni tüm dünyayı kültürel hegemonyası ile kontrol altına almayı, bütün insanları kendi ahlak düzenine göre kurgulamayı amaçlamaktadır. “Bu çok normal, gücün sahibi olan kültür diğer kültürleri etkisi altına alır” diyenler çıkabilir. Fakat ortada istisnasız tüm dünyayı kendisine benzetmeye çalışan faşist bir tutumdan bahsediyoruz. Kapitalist sömürü düzeni bunu topla, silahla, fiili işgalle değil son 30 yılda geliştirdiği bu sanal ortamlarla gerçekleştiriyor. Netflix, instagram,facebook, snapchat, twitter, HBO, Fox, Tiktok, CNN, BBC, Amerikan sinema sektörü ve daha pek çok iletişim kanalı sömürgeciliğin etkili silahları olarak zihinlerimizi, ruhlarımızı ve hayatlarımızı işgal ediyor.

2001 yılında ikiz kulelere uçak çarptığında bir Türk kanalı olan NTV’de şu alt yazı geçiyordu: “Başkan Bush birazdan açıklama yapacak.” Bu cümlede ne var ki diyenlerdenseniz zihniniz çoktan işgal edilmiş anlamına gelir. Bir Türk kanalı “Başkan Bush” diye yazmakla bütün seyircilerini de doğrudan Amerikan vatandaşı yapıyordu aslında. Doğrusu “Amerika başkanı Bush birazdan açıklama yapacak” şeklinde olmalıydı. Bu ve bunun gibi binlerce küçük ama etkili dokunuşlarla bizleri kendi kültürümüze, örfümüze, ülkemize, coğrafyamıza yabancılaştırdılar. Gördüğümüz rüyalar, hayallerimiz, kılık kıyafetimiz, ahlakımız, sosyal ilişkilerimiz, yiyeceklerimiz, alışkanlıklarımız, mekânlarımız, caddelerimiz, şehirlerimiz kısacası tüm hayatımız artık Amerikan hegemonyasının izlerini taşıyor.

Bu yıkımın yaşandığı en bariz alan kullandığımız dildir. Türkçemiz tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar yabancı kelimelerin istilası altındadır. Her yerde bir İngilizce öğrenme çabası, yabancı alt yazılı diziler, baskılı tişörtler, dövmeler, tabelalar ve hatta lokantalardaki menülere kadar uzanan bir yabancı dil merakı. Kendisi Erzurumlu Müslüman bir ailenin evladı olan Nusret isimli kasabın açtığı et lokantalarına dair bir video izledim. İstanbul, Ankara, Bodrum gibi yerlerde açtığı bu et lokantalarında yer alan menüye bir göz atalım:  Nusr-Et Burger, Fıllet Mignon Bonfile, Dallas Steak, Toscana, Tomahawk, Nusr-Et Spesiyel Sushı, Dana Carpaccıo… Bu girişimci kardeşimizin yurt dışında da dükkânları varmış. Yukarıda saydığım menü sadece bu yurt dışı dükkânlarda bulunsa anlarız, lakin Türkiye’deki tüm dükkânlarında da aynı menüler yer alıyor. Buraya girdiğinizde isteklerinizi söylüyorsunuz ama aslında ne yiyeceğinizi ancak ürün geldiğinde anlayabiliyorsunuz. Bu açık bir zulüm değilse nedir? Türkçe konuşulan bir ülkede lokanta menüsü neden İngilizcedir açıklayabilen var mıdır acaba? Benzer durum pek çok “marka” yiyecek zincirinde aynıdır. Burada sadece bir örnekle yetinelim.

Günümüzde Türkçedeki en büyük problem, kavramlaştırma ve teknolojik yeniliklerin adlandırılması problemidir. Yurt dışından ithal edilen bütün teknolojik cihazlar kendi kültürlerini, yaşam tarzlarını ve kelimelerini de dayatarak piyasaya giriyor. Piksel, browser, zooming, active, adsl, lens, chat, fitnes, hd, dual, chip, access, account, wireles, attachment, audio, banner, bookmark, demo, download, e-mail, gıf, jpg, hacker, host, image, link, mirror, mpeg, nick, search, pdf, server, view, wifi, cloud, blockchain ve daha binlerce kavram. Biz başımızı kuma gömsek de şu sıralar özellikle çocuklarımızın, gençlerimizin dilinden bu kelimelerden başkasını duyamazsınız. Son yıllarda yaygınlaşan rap müzik dilini de eklersek yetişen nesillerimizin bir yarım asır sonra kendi öz dillerine tamamen yabancı bir dille konuşmaya başladıklarını göreceğiz.

Dilimizi kaybedersek benliğimizi, örfümüzü, inançlarımızı, tarihimizi ve ruhumuzu da kaybederiz. Geç olmadan Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve yerel yönetimler bu konuda uzlaşarak kararlı adımlar atmalıdır. Çünkü Türkçe bizim anamızdır, babamızdır, vatanımızdır, toprağımızdır, inancımızdır. Soruyoruz; bunları yitirdikten sonra geriye ne kalır?