Hiçbir kin, iyinin/iyiliğin bağrına hançer gibi saplanan kadar utanç verici değildir…

Kötü yüreğiyle bir nankörün, akıttığı zehrin en büyük parçasını kendi yutsa da, her defasında yenilir nefsine ve biraz daha zehirler ruhunu…

İşte bundandır bir nankörün yüreğini -tabi varsa- en fazla azap eden, karakterini ezen şeyin kendisine yapılan iyiliklerin olması; “Bütün nankörlüğüme rağmen neden bana iyilik yapılıyor ki” sızlanmasıyla…

Öyle değil midir zaten: “İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin işidir” olarak da…

Tarihin her dönemi şahittir nankörlere ve nankörlüklerine; hem de birbirine “rahmet” okutacak türleriyle…

Bırakın iyiliğe misliyle cevap vermeyi; üzerine ilave edilmeden iade edilen iyilik bile eksikken; nankörlüğün yerini varın siz belirleyin…

Hoş, iyiler iyiliğini ödül bekleyerek yapmaz ki! Onlar için en büyük ödül, iyilik yapmış olmaktır zira…

Onlar iyiliği/yardımı bir lütuf olarak da yapmazlar zaten; lütuf gibi yapılan “iyilik” kibre işaret ettiği için gerçek bir iyilik barındırmaz içinde…

Bir kulun, Allah’ından başkasının da lütfuna ihtiyacı yoktur ki!

Nankörlerde şerefli şeylerin sadece hayali/gölgesi bulunur; isterler belki ama şerefli bir iş yapamaz onlar…

En büyük nankörlerin, en büyük çıkarların etrafında dolaşması bir tesadüf olabilir mi?

Eski Roma’ya ait bir atasözü bu hakikati ne de güzel teslim ediyor: “Cıbıla eşkıya dokunmaz” diyerek…

Gerçekten de bu anlamda en rahat olanlar, belki de elinden alınacak bir şeyi olmayanlardır…

Ve en nihayetinde -bugün de dâhil olmak üzere- en can yakan nankörlükler “iktidar” uğrunda yaşanır…

“Çıktığı kabuğa tüküren” niceleri, etrafta arz-ı endam ederken, kısa tarihlerini ne kadar da unutmuş gibiler; ya da öylesine “meşru” zemine taşımışlardır ki iddialarını, nankörlüklerini göğüslerini gere gere savunmaktan imtina bile etmiyorlar…

Oysa iktidar yolunun nankörleri, yola ilk revan olduklarında, yol açabileceğini düşündüklerine karşı nasıllardı değil mi?

Bunu düşünmek hiçte zor olmasa gerek…

Hatta şöyle dediklerini -orada olmasak da- duymuş gibi yazmak, asla yanlışa götürmez bizi; “Minnettarım, bir fayda umduğum için değil sadece hoşuma gittiği için buradayım.”

Peki, ya sonra: “Ayağıma bir yer edeyim, gör sonra sana neler edeyim”e çıkmaz mı bu yol?

Nankörün, yola çıkarken kendisine yol açana nasıl davrandığına her zaman ayn’l-yakîn şahit olmayız belki ama nankörlüğünün bizzat şahidi oluruz, ne yazık ki!

Çünkü yaşananlar, bize bir mukayese fırsatı verir…

Minnettar olmayı bilmeyen, sadakatli olmayı da bilmez…

Bu minnet, asla köleliği talep etmez; iyiliğini sadece iyilik olarak yapan da zaten unutur bizde…

“Sonradan yapılan kötülük daha önce yapılan iyilikten fazlasıyla büyüktür” sözü haklı değil midir yoksa?

Birçok kötü/nankör de, bir gün gerçek tokadını daha güçlü indirmek, zehrini daha derine akıtmak için “kurban”ına en büyük iyilikleriyle, en şefkatli yüzüyle yaklaşmaz mı?

Gerçeği görmeden nasıl bilebilirsiniz ki bunu; zira müneccimliğe soyunmadıysanız ya da şizofren değilseniz…

Ne yazık ki hiç kimsenin aklı, gözü sık sık yanılmayacak kadar, iyileri bulma konusunda şaşmaz değildir; zira alınlarında da yazmaz kötü oldukları…

Olaylar insanın ve elbette en çok da iktidardakilerin eline doğar…

İnsan, en kusurlu yanını en fazla parıldayan kurdelelerle süslermiş; tıpkı eski çağlarda köle tüccarlarının yaptığı gibi…

İşte bu yüzden insan hep aldanır bu süslere; ta ki kurdele çıkıncaya kadar…

Ama nankörlerin unuttuğu bir gerçek vardır: “Hiçbir erdem gizli kalmaz, gizli kalmaktan ötürü zarar da görmez. Gün gelir gömülmüş ve çağın kötü niyeti yüzünden ezilmiş erdem, tanıtır kendini dünyaya…”

Tarih nankörleri de ünlü yapabilir; ama yine bir nankör olarak…

Gerçek ün ise, erdemlinin, iyinin gölgesi gibidir; istemese bile, peşini bırakmaz onun…

İlahi adaletin, haklıları kazanma konusunda yüreklendirmesi ve nihayetinde de kazandırması bunun en büyük ve değişmez ispatı değil midir?