Dört yıl önce böyle soğuk Aralık günlerinde yakınlarıyla birlikte Suriye’nin Golan tepesinin eteğinde kurulu köyünden İstanbul’a hicret eden Cevdet Said, Roma uygarlığının Şam’da yaşadığı iki büyük mağlubiyetten kaynaklanan iki bin yıllık korkusunu irdeleyen bir çalışmasını on yıl önce Şam’da yayınlamıştı. 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü münasebetiyle İstanbul Mazlumder’in Eyüp ilçesinde düzenlemiş olduğu insan hakları gecesinde konuşmasını tercüme etmek üzere yeniden bir araya geldiğimiz üstadın Suriye’de süren savaşa ışık tutan değerlendirmelerini, “Keyfe Bedee’l-Hawf?!” (Korku Nasıl Başladı?!) isimli risalesini özetleyerek kamuoyunun dikkatine sunmakta büyük yarar görüyorum:

BATI’NIN İKİ BİN YILLIK KORKUSUNUN NASIL BAŞLADIĞINI ANLAMAK

“…Afrika’dan çıkıp Doğu Akdeniz üzerinden dünyaya dağılan insanlar Mısır’dan Çin’e kadar bu bölgede yayılmış ve yeni yerlere yerleşmiştir. Bu süreçte Akdeniz havzasında medeniyetler ortaya çıkmıştır. İnsanoğlu yerleştiği bu yerlerde varlıkla etkileşim içerisine girmiş ve gelişen düşünce yapısı sayesinde medeniyetler inşa etme aşamasına erişmiştir. Beşeriyeti birbirine bağlayan bir köprü vazifesi gören ve Afrika, Asya ve Avrupa gibi üç büyük kıtayı birbirine bağlayan Doğu Akdeniz Bölgesi, dünyanın peygamber gönderilmesi için en elverişli bölgesini de oluşturmuştur.

İşte bu coğrafi ve kültürel kavşakta yaşayan insanlar, birçok şeyi çok yönlü olarak görüyor, anlıyor ve öğreniyordu. Bu yüzden bakış açıları daha geniş oluyordu. Böylece, Nuh ve İbrahim nebilerin (a.s.) dönemlerinde ‘insanlığı birleştirme’ düşüncesi doğmuştu. Ancak, başkalarıyla iletişim içerisine girme imkânı bulamayan kabileler ve topluluklar, insanlığı kendilerinden ibaret zannediyordu. Oysa nebilerin insanlığa getirdiği mesajlar bölgesel ve kültürel farklılıklardan bağımsız olduğu için, nebevî bakış açısı, bir bölgeye ya da bir gruba özel bakış açılarından çok daha yüksek düzeyde ve çok daha kuşatıcı olmaktaydı. Zira, nebevî bakış açısı yüksek bir mesaj içermekteydi.

Doğu Akdeniz Bölgesi’nin kuzeyi ile güneyi arasında tarihî bir irtibat bulunmaktadır. Bu iki bölge arasında, Japonya veya Çin ile aralarında bulunmayan bahse değer, kıymetli tarihî olaylar söz konusudur. Mesela, Mısır ile Yunanistan arasında; Makedonyalı İskender’in bölgeye gelişi, İbrahim, Musa ve İsa nebilerin (a.s.) dinlerini bölgede yayması gibi önemli olaylar paylaşılmıştır. İsa aleyhisselam gönderildiğinde Mısır ile Irak arasında bir ilişki mevcut idi. Zira, İbrahim aleyhisselam bu iki bölgeyi birbirine bağlamıştı. Yine mesela, kuzey ile güney bölgeleri İskender’in bölgeye gelişiyle kuvvetli bir irtibat kurmuş oldu. O kadar ki, güneyde İskenderiye kuzeyde ise İskenderun kentleri kurulmuştu. Ptolemaios (Batâlise) ve Roma medeniyetleri bu bölgede gelişmiş ve Doğu Akdeniz Bölgesi’ni bir Roma gölüne dönüştürmüştü. O derece ki, ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’ denmeye başlanmıştı.”

ŞİDDETE DAYALI ROMA MEDENİYETİNİN BARIŞÇIL VAHİY MEDENİYETİNE İKİNCİ KEZ YENİLMESİ

“İsa aleyhisselam ile İskender arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Aristo’nun talebesi İskender askerî bir lider olarak bölgeye gelmişti. Oysa Hz. İsa (a.s.) böyle değildi. Onun dünya görüşü insani bir yaklaşım üzerine kurulmuştu. Bu yüzden bütün bir Roma imparatorluğunu barışçıl bir yöntemle Hıristiyanlaştırmıştı. İşte bu dönemde Doğu Akdeniz Bölgesi’nin kuzey tarafı ile güney tarafı arasında uzun soluklu, diyaloğa dayalı istikrarlı bir ilişki gelişmiş oldu.

Bu dönemde Doğu ile ilişkiler sınırlı idi. Elbette Irak’a kadar uzanmıştı bölgenin etkisi. Ancak, orası ayrı bir dünya gibi görüldüğünden ‘Mâverâunnehr; Nehrin Ötesi’ diye isimlendirilmişti. Kıtalararası kesişme noktası ve geçiş kapısı niteliğindeki Filistin’den gelen İsa Mesih’in (a.s.) getirdiği mesajla Roma büyük bir değişim yaşamıştı. Ortaya çıkan yeni küresel fikir akımı, Batı’yı temsil eden Romalı İskender ile Doğu’yu temsil eden Hz. İsa’nın (a.s.) karşılıklı faaliyetleri neticesinde doğmuştu.

İslam’ın mesajı Doğu Akdeniz Bölgesi’ne ulaştığında Roma medeniyetiyle karşılaştı. İslam-Roma karşılaşmasının galibi İslam oldu, Roma bölgeden uzaklaştırıldı. Aynen Hıristiyanlığın yayılış seyrinde olduğu gibi İslam da bölgede yayılarak tâ Konstantiniye’ye kadar dayandı. Diğer taraftan İspanya’ya kadar ulaştı. Nihayetinde bir Roma gölü olan Akdeniz İslam gölüne dönüştü. İşte İslam’ın bu yayılışı; Roma’nın, Yunan’ın, Aristo’nun ve tilmizi İskender’in Hz. İsa’dan (a.s.) sonra ikinci kez reddedilmesi anlamına geliyordu.

Ancak, aynen Hıristiyanlık ulaştığında olduğu gibi Şam bölgesi İslamiyet buraya ulaştığında da Roma’nın elinde idi. Romalılar uzun zamandır bölgedeki varlıklarını korumaktaydı. Zira, Toynbee’nin belirttiği gibi Romalılar karşıdakiyle anlaşabilecekleri bir iletişim dili geliştirmeyi başarmıştı. İşte bu yüzden Doğu Akdeniz Bölgesi’nin hem kuzey hem de güney yakalarındaki hakimiyetlerini koruyabilmişlerdi. Her iki bölgede büyük bir askerî varlıkları bulunmaktaydı. İki bölge arasında güvenli geçiş yolları oluşturmuşlardı. İnsancıl bir düşünce zeminine ihtiyaç duyan uygarlık araç ve gereçlerini geliştirmişlerdi. Çünkü Hz. İsa’nın (a.s.) mesajı onlara bu yöntemi öğretmişti.

İsa aleyhisselamdan sonra ikinci kez İslamiyet tarafından refüze edilen Roma uygarlığı bölgeden uzaklaştırılmıştı. Onlar Şam’ı terk ederken İslam uygarlığı şöyle diyordu: ‘Selam sana ey Şam! Onlar artık ebediyen gitti.’ Böylece İslamiyet bölgede kendi medeniyetini inşa etmeye başlamıştı. Ancak onlar bölgeye Haçlı Savaşlarıyla geri döndüler. Böylece iki asır süren Haçlı Seferlerini ve Savaşlarını başlatmış oldular.”

BATI’NIN TEMEL SORUNU: TARİHÎ TRAVMALARDAN VE BAGAJLARDAN KURTULAMAMAK

Bölge insanının hafızasında bütün bu tarihî kavgalar, saldırı ve savunmalar muhafaza edilmektedir. Tarihî hafızamız hem İbrahim’in (a.s.), hem İskender’in, hem Sokrat’ın, hem de İskender’in hocası Aristo’nun etkilerini yaşatmaktadır. İslamiyet bölgede yayıldığında bütün bu tarihî müktesebatı devralmaktan; Yunan düşüncesinden, Sokrat felsefesinden ve ‘muallim-i evvel: ilk/baş öğretmen’ unvanıyla anılan Aristo’nun felsefi düşüncelerinden yararlanmaktan kaçınmadı. Müslümanlar komplekse kapılmadan bu birikimden yararlanmayı bilmiştir. Çünkü Müslümanlar güçlü ve muktedir tarafı, Romalılar ise iktidarını yitirmiş zayıf tarafı temsil ediyordu.

Haçlı seferleri esnasında Batılılar Müslümanlarla yakın temas kurma imkânı buldu. Böylece Müslümanların kültürüne âşina oldular, onların eserlerini okudular, bazılarını Batı dillerine tercüme ettiler. Böylelikle kendi kadim tarihlerini, Eski Yunan’ı ve Aristo’yu yeniden keşfetmiş oldular. Nihayetinde Batılılar Yunan felsefesiyle, onu alıp tedris eden ve güncelleyen Müslümanlar kanalıyla yeniden buluşmuş oldular. Müslümanlar bu felsefeyi derinleştirmiştir. O kadar ki, Farabi’ye ‘muallim-i sânî: ikinci öğretmen’ unvanı verilmiştir.

Avrupa, Müslümanlarla girdiği bu etkileşimin ardından ‘rönesans: yenidendoğuş’ fikrini geliştirmeye ve bu uğurda adımlar atmaya başladı. Müslümanlar ise tam tersine Haçlı Seferleri sonrasında parçalanmaya başladı. Oysa Avrupalılar tercüme ettikleri kitapları okuyarak Avrupa’nın yeniden doğuşunu gerçekleştirmeye başlamıştı. Amerika’yı keşfetmeleri, dünyanın dört bir yanına ulaşmaya başlamaları işte bu yeniden doğuş fikriyle birlikte gerçekleşti.

Batılılar Müslümanların o zamana kadar tıp, felsefe ve diğer tüm bilim dallarında ortaya koymuş olduğu kültürel mirası aldılar ve yararlandılar. Tarihî bir okuma yaparak şunu söyleyebiliriz: Yunan medeniyeti güç değil bilgi medeniyeti idi. O dönemde Yunan’da olduğu kadar bilgi birikimi sağlamış başka bir bölge yoktu. İslamiyet gelince hakimiyet sağladı ve bilgiyi aldı…

Avrupa medeniyeti yeniden toparlandıktan sonra Batılılar bölgemize bir daha geldiler. Bu sefer sömürge savaşlarıyla geldiler coğrafyamıza. Mesela, bir Çinli ya da bir Japon’la karşılaştığımızda, takınacağımız tavrı belirleyen tarihî bir ortak geçmişimiz olmadığını fark ederiz. Oysa, bir Yunanlı ya da bir Avrupalı ile karşılaştığımızda takınacağımız tavır farklı olmaktadır. Zira, yukarıda anlattığım tarihî olayların gelişim seyri tutum ve davranışımızı belirlemektedir. Firavun ile, Yahudiler ile, Hıristiyanlar ile, Romalılar/Bizanslılar ile ortak bir tarihî hatıramız olduğu için onlarla ilişki kuracağımız zaman karşılıklı olarak tarihteki tecrübelerimiz zihinlerimizde canlanıvermektedir. Bu tecrübeler yok olmuyor, bilakis şuuraltımızı yönetiyor. İşte bu yüzden tarihteki Yahudi-Hıristiyan çekişmeleri günümüzde de etkisini sürdürebilmektedir. Hatırlarsanız, dönemin iki süper gücünden biri olan SSCB dağıldığında, Batılılar tarihî çekişmelerin etkisiyle dünya kamuoyuna şu açıklamayı yapmıştı: ‘Şimdi sıra İslam’a geldi. Bundan sonraki hedefimiz İslamiyet’i çökertmektir!’

Batılılar dünyayı keşfedip bakışları genişlediğinde büyük bir güç ve otorite elde ettiler. Bu durum onlarda ötekini daha düşük seviyede görmeye itti. Başkalarını hiçbir şey bilmeyen cahiller olarak görmeye başladılar. Anlama yetisinin sadece kendilerinde bulunduğu kompleksine kapılmaları, kurdukları yeni medeniyette belirleyici bir etken oldu. Sovyetler Birliği dağıldığında ABD Başkanı Bush’un söyledikleri, işte bu kompleksin bir neticesidir: ‘Bu yüzyıl, Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesi arasındaki çatışmada rakibimiz olan düşmanımızın yıkıldığı bir yüzyıl oldu…’ Bush’un şahsında Batı dünyası bu büyük korkusundan kurtulur kurtulmaz bu sefer şu yeni hedefi koymuştu: ‘Şimdi hedefimiz gelecek yüzyılda İslam’ı mağlup etmektir!’

İşte bu tarihî hafıza Batılıların İslam’dan bu kadar korkmalarına yol açmaktadır. Zira, tarihten gelen bu korku insanlığın hareket seyri boyunca yakasını hiç bırakmayan uzun soluklu bir korkudur. Korkuyu değil güveni yayan nebiler insanlığı birleştirip bütünleştirme misyonu ifa etmişlerdir. Nitekim, Son Nebi’nin (s.a.v.) ifade buyurduğu; ‘İnsanların en hayırlısı insanlığa en çok yararı dokunandır’ düsturunu koyabilmek gerçekten muhteşem bir fikrî gelişmenin parlak bir göstergesidir.

ÇÖZÜM: KORKU İMPARATORLUĞUNA GÜVEN DUYGUSUYLA KARŞILIK VERMEK

Batı’nın kronik korkusu karşısında takınmamız gereken tavır; olayı kavramak, kalplerimizi yatıştırmak ve derinliğimize kök salmış bir iman ile güven duygusuna kavuşmaktır: ‘Allah’ın buyruğu (mutlaka) yerine gelecektir; öyleyse artık onun tez elden gelmesini istemeyin!’ (Nahl, 16:1).

Bu hakikati kavrayarak bilinçle yaşamaya başladığımızda uyanmış olacağız. İhtiyaç duyduğumuz şey anlama ve bilme yetisidir: ‘De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ne var ki, sadece akleden kalbe sahip olanlar bunu kavrayabilir.’ (Zümer, 39:9).

Bu dünyada olup biteni bilenler ve bundan sonra olabilecekleri öngörebilenler hiç diğerleriyle bir olur mu? Bize düşen, ‘insanlara şahitlik’ edecek düzeyde olayları anlamaktır. Müslümanların olup biteni anlaması gerekir. Bize düşen, insanlık âleminde eşitliği ve adaleti tesis etme çabalarına katkı yapmaktır. Ancak, anlamazsak bir şey yapmamız da mümkün olamaz, sefil vaziyette kalmaya devam ederiz!

Nihayetinde galip gelecek olan, Allah ve kâinatın anlamsız olmadığı konusunda ortaya en sahih tasavvuru koyabilecek olanlardır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim İslam dininin eninde sonunda tüm diğer düzenlere galip geleceğini ilan etmektedir: ‘O, Elçisini (doğru yol) rehberliği ve hak dini (yayma görevi) ile göndermiştir ki, bu (dini) öteki bütün (bâtıl) dinlere üstün kılsın. Elbette hiç kimse Allah kadar (hakikate) şahitlik yapamaz.’ (Fetih, 48:28; Tevbe, 9:33; Saff, 61:9).”

Şam’da kurulu “Fikr” Yayınevi’nin, daha önce 1961’de yayımlanmış olan “İslam’dan Bu Kadar Korku Niye?” isimli 26 sayfalık risaleyi yeniden basmak istemesi üzerine Nisan 2006’da kitapçığının baş kısmına eklediği “Korku Nasıl Başladı?” başlıklı 23 sayfalık bölümü Üstad Cevdet Said şöyle bitiriyor:

-Korku duymanız, sizin insan aklına ve onun değiştirici gücüne inanmamanız anlamına gelir. Bu da sizi kendinizi korumak için akıldan başka bir şeye inanmaya götürür.

-Korku, ‘öteki’ni anlamamaktan kaynaklanır ve öteki anlaşılınca güven başlar.

-Korku ile hareket edince herkes zarar görür, güven ile hareket edince herkes huzur bulur.

-Şiddet yöntemine inanan asla kendini güvende hissedemez ve müzmin bir korkağa dönüşür. Akla güvenenler ise gönül huzuruna kavuşacaktır: “Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan, ıslah edici iyi işler işleyen hiç kimse, gelecekten endişe etmeyecek ve geçmişten dolayı da üzüntü duymayacaktır.” (Maide, 5:69).

Kaynak:

Cevdet Said. (2006). “Keyfe Bede’el-Hawf?! (Korku Nasıl Başladı?!)” Lime Hâze’r-Ru’bu Kulluhû mine’l-İslâm? İçinde, Dımaşk: Dâru’l-Fikr, s.7-29.