Birkaç gün önce, Can Yücel’in yönettiği, başlıca rollerini Uğur Yücel ile Sarp Apak’ın oynadığı 2015 yapımı “Yaktın Beni” filmini seyrettim televizyonda.

70’lerin ortasında ağır bir ihanete uğrayan sinemamızla yeniden bağ kurmaya çalışmasından ve o sinemanın film-seyirci münasebetine olan hürmetinden dolayı ilgiyle takip ettiğim bir sinemacıdır Uğur Yücel. “Yaktın Beni” filmini sinemada kaçırmıştım, televizyonda karşıma çıkınca heyecanla oturup izlemeye başladım bu yüzden.

Gelgelelim; muhtemelen, Uğur Yücel’in tecrübe saçan performansı sayesinde üç beş kat daha takip edilebilir bir karakter haline gelen “Macit” dışında, “Yaktın Beni”yi film yapacak pek bir şey göremedim maalesef.

Sanki izlediğim çalışma bir sinema filmi değil, televizyon için hazırlanmış bir dizi filmden ibaretti. İlk 5 dakikasındaki izlenimim de, sonraki 10, 20, 30… dakikadaki izlenimim de böyle.

“Sıradan bir televizyon dizisinin bir bölümü gibi duran film” eleştirisini genelde hikaye tasarımı açısından söyleriz. Ana hikayeden çok kolay uzaklaşabilen ana karakter(ler), olay örgüsünün gevşek yapısı, ana hikayeyi bastıracak gibi duran yan hikayeler… bir filmi film olmaktan uzaklaştıracak sair hikaye tasarımı zaafiyetleridir kastımız.

Ne var ki, “Yaktın Beni”nin görüntü ve ses bandında bunları bile aratacak seviyede teknik problemler var.

Biz seyirciler olarak -bunu söylemekten hicap duyuyorum ama: Komedi de dahil olmak üzere- türü ne olursa olsun, bir filmde izlediğimiz çalışmanın film olduğunu hissettirecek bir atmosfer ararız. Bunu kameramanını, sanat yönetmenini, müzisyenini, kurgucusunu… koordine ederek gerçekleştirmesi gereken de yönetmendir.

Maalesef “Yaktın Beni”de, başta yönetmen olmak üzere, hemen tüm film ekibi, sanki az önce bir dizi film ortamından çıkıp burada kaldıkları yerden devam etmişler gibiydi. Kameramanı da, kurgucusu da, sanat yönetmeni de… bir dizi film çekiliyormuş gibi yeni bölümü yetiştirebilmek için alelacele ve minimum standartlarda çalışmış, yönetmen de buna hiç müdahale etmemiş (yahut tam da istediği buymuş) sanki. Dekor, ışık, açılar, sahne bağlantıları, yerli yersiz efekt ve müzik kullanımı… bir de bunlara ekseriyetle televizyonda gördüğümüz oyuncular eklenince, hani bilmesem izlediğim çalışmanın bir sinema filmi olduğunu, yeni ve sıradan bir dizi daha başlamış deyip kanalı değiştirebilirdim.

Türkiye’de yılda 100’den fazla film çekiliyor diye seviniyoruz. Ama kaçırdığımız bir şey var, bu sayının neredeyse üç misli kadar dizi film de için “motor” deniyor bir yılda (Doğal olarak büyük bir kısmı hedeflenen reytingi tutturamıyor, hemen yayından kaldırılıyor ve biz de bu sayıyı hissedemiyoruz.) Dünyanın her yerinde sinema, televizyonu besler, tersi değil. Bu hem nicelik ve hem de nitelik açısından böyledir. Fakat yılda 300 dizi setinin kurulduğu ama 100 sinema filmi üretilebilen bir ülkede, dizi sektörünün sinema sektörünü etkilemesi, hatta zamanla tahakkümü altına alması şaşırtıcı olmaz.

Galiba önümüzdeki bir büyük tehlike de bu.