Değişim ve muhafazakârlık kadim tartışma alanlarımızdan…

Bir yanda değişimi savunurken diğer yanda süreklilik üzerinde durmak her seferinde şu soruyu sormamıza neden oluyor:

“İnsanın kültür dünyası değişirken, sürekliliğini de koruyabilir mi?”

1699’daki Karlofça Anlaşması’ndan bu yana sürekli tekrarlanan bu ‘sorunsal’ günümüzün de ana meselelerinden biri.

Bergson felsefesi ‘süre’ üzerine oturur. Geçmişin sürekli tekrarlanması olarak da okunabilir. Ona göre, “Birbiri üzerine yığılarak büyüyen geçmiş, kendini otomatik olarak korur.”

Bergson ekolünden gelen Ahmet Hamdi Tanpınar da bu fikri kabul etmekle birlikte daha içeriden eleştiriler geliştirir.

“Eski estetiğin zevkini tatmış, Batı’yı iyi okumuş” olan Tanpınar’a göre, “Hayat kimsenin etrafından dönmez. Onunla beraber yürür.”

Tarihe yapılan bilinçli-bilinçsiz operasyonları eleştirirken ise “Kaybolan şey, bir hayat tarzı, bütün bir dünyaydı…” der.

İstanbul’un bugününe bu şuurla bakarken elimizden nasıl bir ‘masal kuşu’nun uçtuğunu çok iyi görürüz.

‘Dün’ün medeniyetini kuranların ‘ikinci zaman’ı görse veya yaşasa nasıl bir kahırla bize sitem edeceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Tarih bugün para kazandıran bir alan. Üç-beş arşive giren, yüz-iki yüz belge toplayan, diksiyonu temiz birtakım zevatın elinde harcanan popüler bir bilim. Kaybolan şeyin bir hayat tarzı olduğunu çok azı biliyor.

‘Değişimciler’ ne varsa yıkıp yerine AVM dikelime kadar gidebiliyor. Muhafazakârlar ise her bir taşa kutsal muamelesi yapıyor.

Ve her iki kesim de buradan çok ciddi rantlar devşiriyor.Mehmet Dilbaz, yıldızı parlayan genç tarihçilerimizden. Turizm okumuş ama “Kaybolan Tarihin Peşinde” hareketi ile özellikle İstanbul’u karış karış dolaşmış. Çok ciddi bir envanter hazırlamış. Bugüne kadar ortaya çıkmamış görsellerle zengin bir arşiv oluşturmuş.

Nihayetinde elde ettiği bilgileri televizyon ekranlarında, kitap ve dergi sayfalarında sahih tarih meraklılarına sunmaya başladı. Onu izlerken ilk başlarda popüler tarih tuzağına çekiliyor gibi hissediyorsunuz. Ama Dilbaz’ın, Graeme Shankland’ın dediği gibi, “Tarihi eserlerini kaybetmiş bir şehir, anılarını kaybetmiş bir adam gibidir” sözünü doğrularcasına hareket ettiğini görüyorsunuz.

“Kaybolan Tarihin Peşinde” isimli kitabı (Timaş Yayınları) ile neyi kaybettiğimizi, Tanpınar’ın dediği gibi nasıl bir hayat tarzı ve nasıl bir dünyayı kaybettiğimizi neredeyse gözlerimizin içine sokuyor.

“Bir cami, kasır, türbe, han, mezar taşı, eski bir çınar, çeşme, geçmiş zamanı hayal ettiren manzara ve isimle, üstünde sallanan ve bütün çizgilerine hasret sindiren incelikli vakitlere pencere açıyor” kitabında…

Ve bunu görsel bir hafıza ile sunuyor dikkatlerimize…

Üzerinde devletler kurulup, devletler yıkılan İstanbul eski yapılarının çoğunu koruyor olsa bile ruhunu kaybetmiş durumda. Belli mekânlar dışında mistik havasından çok uzaklaştı. Dolayısıyla tarihi ağırlığı da kaybolmak üzere…

Mehmet Dilbaz kitabında, cebinde taşıdığı tarih aynasıyla bizi yüzleştiriyor. Kaç semti, kaç kabristanı, kaç mekânı, kaç parkı nasıl ve ne için yok ettiğimizi acı hikâyesiyle sunuyor.

Teşkilat-ı Mahsusa fedaisi Yakup Cemil nerede kurşuna dizildi?

Hangi konsolosluk binası Osmanlı mezarlığının üzerine inşa edildi?

Kâğıthane sarayları hangi dönemde yağmalandı?

Hangi Osmanlı mezarlığının üzerine konser alanı yapıldı?

Mezarında rahat bırakılmayan Mevlevi şeyhi kim?

Hangi Mimar Sinan eserini yıkıp üzerine benzin istasyonu yapıldı?

Hangi cami yıkılıp üzerine otopark inşa edildi?

Hangi tarihi hazine Millet Caddesi’nin altında gömülü kaldı?

Bu ve benzeri onlarca popüler sorunun cevabını…

Bilgileri ve belgeleri ile okuyucularına sunuyor.

Son Payitaht’ın zaman içinde nasıl bir dönüşüm geçirdiğini merak edenler için “Kaybolan Tarihin Peşinde” kitabı hüzünlü bir ibret vesikası olarak okurlarını bekliyor.