Bin yıl önce geldiğimiz bu topraklarda kurduğumuz “son devletimizin” 96. yılını yine herkes kendi meşrebine göre kutladı. Bölücülerin “himmetiyle” koltuğa kurulup, PKK’nın şantajını enselerinde her daim hissedenler, fethin sembolü Ayasofya’nın önünde vur patlasın, çal oynasın diyerek adeta “25 yılın rövanşını” alma telaşındaydılar.

Oysaki “cumhurun iradesinin tecelli ettiği” Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Kur’an-ı Kerim tilaveti vardı. Ne ilkel ritüeller, ne de “18. yüzyıl at binicilerinin” kıyafeti olan o tuhaf fraklar… Gaziler, sanatçılar, çarşaflı hanımlar, sarıklı hocalar, generaller, bakanlar, gazeteciler, münevverler… Halkın tüm kesimleri artık bütünüyle halkın evi olan Külliye’de yan yana durup, aynı hissiyatı paylaştılar.

Elbette bu vaziyeti “içleri kanayarak” seyreden bazı zevatı da görmemek mümkün değildi salonda. Ne var ki, bu gidişatı değiştirebilecek “kudretleri” yok artık. Üzüntülerini paylaşmak isterdim. Lakin, içimde hiç böylesi tatlı bir mutluluk hissetmemiştim.

MEHTARAN KÖSÜNÜ HALK İÇİN VURDU

Sanki 96 yıl önce hiç var olmamışız, Anadolu’da devletler kurmamışız, adeta türedi bir yapıymışız gibi davranan anlayış, kapının önünde kös vuran mehteranın gür sesiyle bir kez daha un ufak olup dağıldı gitti.

Cumhuriyetimizin halkıyla buluşmasından iki kesim rahatsız. Birisi, bin yıllık varlığımızı reddeden, “Osmanlı ve Selçuklu mirasından nefret eden” iflah olmaz mirasyediler. Diğeri ise dünyaya şablonlarla bakan, “sloganlarla kurdukları küçük dünyalarında” nevrozlarını adeta serum gibi kolunda taşıyanlar.

Cumhuriyeti halkı aşağılayan, “seçkinci ve seküler” bir yapı olarak görmek isteyenlerle; “İslam düşmanı bir rejim” gibi görenler aslında aynı noktada buluşuyorlar: Her ikisi de, halkı kendi cumhuriyetinden, “kendi devletinden” uzaklaştırmak için çırpınıyorlar. Fakat nafile.

Her iki “nevrotik taifenin” unuttuğu bir şey var. Yoksa, her ikisi de tarih bilincinden mahrum oldukları için bilmedikleri, anlayamadıkları mı demek gerek?

CUMHURİYET BİR SÜREÇTİ BİR BAŞLANGIÇ DEĞİL

Cumhuriyet, bir süreçti ve 1876’da başladı. 1908’de ikinci kez ilan edilen Meşrutiyet’le birlikte zaten saltanat bütünüyle sembolik hale gelmişti. I. Dünya Savaşı’na girdiğimizde devlet, İttihatçı bir kabinenin elindeydi. Padişah’ın hilafet unvanının da hiçbir geçerliliği kalmamıştı. Öyle olsaydı Arap isyanlarıyla, Balkan felaketiyle karşılaşmazdık. Tüm bu karanlık içinde “tek kurtuluş ümidi”, İstanbul’da lağvedilip, Anadolu’ya taşınan Meclis‘te bulunuyordu ki; İstiklali de, Cumhuriyet’i de bu Gazi Meclis kazandırdı. Cumhuriyet’in “kurucu iradesini” görmek isteyenler, 1924 Anayasası’na bakabilirler.

Devlet, yeniden kurucu iradesiyle buluşuyor. O aslına rücu ettikçe milletini alıp başının üzerine kondurmasından, “milletinin onu bağrına basmasından” daha tabii ne olabilir?