Daha kaç gün oldu ki “Ramazan geliyor” diye beklemeye başlayalı? Ne çabuk ve ne kadar da hızlı geçti. Her Ramazan tam da böyle hissediyorum aslında ben. Geldi, gelecek derken ilk sahur, ilk oruç, ilk iftar ve ilk teravih… Sonra birden son teravih, son sahur ve son iftar oluyor. Bu defa da öyle oldu. Elbette farkı vardı. Hem de büyükçe bir farkı. Bütün bir Ramazan boyunca camilere düşüremedi yolunu bu günlerin hasretini çekenler, teravihlerde koşturan çocuklar olamadı camilerde ve Ramazan eksilmedi elbette lakin biz noksan kaldık.

Aslında daha önce söylemiştim “Bayram bazen sessiz gelir” diye.Ama bu sefer daha bir sessiz ve daha bir masum geliyor bana. O zaman şöyle yazmıştım şehit olan torunu için bir nenenin feryadını işitip;

“Bayram bazen sessiz gelir kâri. Bazılarına çok sessiz gelir bayram. Öyle sessiz gelir ki kimseye uğramamış zannedersin. Yalnız hissedersin kendini, öyle sıradan bir yalnızlık değil bütün dünyada tek başına kalmış ya da öyle bırakılmışsın gibi. Mesela bayram sofrasında boş kalmış bir sandalyeye çakılı kalmış gözler memleketimde. Ceplerinde sahibini bulamayacak harçlıklarla bekleyen dedeler vardır. Ellerinde öpülecek bir yerin boş kaldığı babalar, anneler… İşte bunun için, öyle hisseden ve hakikaten de öyle olanlar için de bazı şeyleri unutmayalım. Benim için, senin için, bizim için ve vatan için babasız kalmış çocukları, anasız kalmış yavruları, evlatsız kalmış babaları ve hatta torunsuz kalmışları unutmayalım. Ellerini öpecek bir tek evladı varken “vatan sağ olsun” deyip de içine ağlayanları, torunuyla bayramlaşmak için şehitliğe koşanları “her bayram Ömer’im bana gelirdi elimi öpmeye bu bayram ben ona geldim” diye mezar taşını öpen Satı neneyi unutmayalım. Satı neneyi gördün mü kâri? Yirmi yaşındaki torunu hainlere karşı dururken vatan için verdi canını. Şimdi bayram onun memleketinde çok sessiz ve “Bayram geldi de sen gelmedin Ömer’im” diyerek bir mezarın başında ağlıyor. Yaşlı gözleri her anlamda ve çok daha fazla yaşlanıyor. Unutalım mı yani şimdi onu? Torunu biz olmayalım mı onun? Ellerinden öpmeyelim mi? Ya da bayramda et dağıtmak için giderken cennete uçan Yasin’i… Unutalım mı yani? Yasin’in babasının gözlerinden yaş akarken evlat olmayalım mı ona da? Unutalım mı hepsini ve daha nicesini… Yoksa şimdiden unuttuk mu onları?”

Bu kez en azından benim içimde bir hüzünle beraber geliyor bayram. O hüzün getirmiyor ama biz de ona muhabbet götüremiyoruz. Noksan, eksik ve yarımız yani. Ellerinden öpecek büyüklerimiz varsa da gidip öpemiyoruz, şöyle içten ve gerçekten sarılıp bir dostumuza “bayramın mübarek olsun” diyemiyoruz. Gücümüz yetmiyor ve işte ne kadar küçük ve ne kadar aciz olduğumuzu yine ve yeniden anlıyoruz.

Ve yıllar sonra “Ah o eski Ramazanlar ve nerede o eski bayramlar” derken muhakkak bugünleri de anlatacağız. Hatıra olsun diye yad etmek için değil, ibret olsun diye hatırlatmak için.

Ne diyeyim; bayramımız mübarek olsun ve günün geceyi silip attığı gibi silsin bütün hüzünlerimizi.