Malum gündem Kanal İstanbul olunca geceyi Üsküdar’da bir sosyal tesiste Boğaz’ı gözlemleyerek geçirmek istedim.

Seul’den Porto’ya, Shanghai’den Paris ve Kahire’ye Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında yüzlerce kadim şehir gördüm. Her birisinin çok farklı ruhu ve iklimi vardı. Ancak hiçbiri Boğaz’ın İstanbul’a kattığı beşumar ve benazir yani eşsiz ve benzersiz bir güzelliğe sahip değildi…

İstanbul dedin mi aklıma ilk gelen deyişlerden biridir Napolyon’un “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu.” ifadeleri… Ve sonra da dudaklarımdan üstad Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul” şiirinin Boğaz’ı resmeden şu mısraları dökülür:

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;

Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir;

Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,

Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar…

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

Cumbalı odalarda inletir ‘ Katibim’i…

Bu halet-i ruhiye içinde Boğaz, ilerleyen geceye dem tutup, kendini sükûn ve huzura teslim etmiş gibi görünse de son bulmayan ve hatta artarak devam eden tek şey ağır tonajlı tanker ve gemi trafiği.

Kimi likit gaz, kimi petrol, kimi kimyevi yük taşıyan tankerler, içi kadar güvertesi de yüzlerce konteyner ile tıklım tıklım dolu şilepler bir kaza yaşanmaması ya da karaya oturmamak için ürkek ve tedirgin bir ruh haliyle ortasından Boğaz’ı yırtarcasına akıp gidiyorlar.

Dakika yok ki, büyüklüğü ile sizi ürkütmeden geçen bir gemi olsun Boğaz’dan. Bir yıl içinde Boğaz’dan geçen ağır tonajlı yük gemisi sayısının 60 bin olduğunu düşünürsek, ürkütücü ifadesinin boğazın maruz kaldığı riskleri tanımlamakta ne denli kifayetsiz kaldığını görürüz.

O yıllarda İstanbul’da yaşayanlar çok iyi hatırlar. Petrol taşıyan Independenta’nın boğazda infilak ettiği an belki de İstanbul semalarının tarihine geçmiş en parlak ve aydınlık andır.

1979 Kasım’ında sabah saat 05:30’u gösterirken Libya’dan yüklediği 96 bin ton ham petrolü Köstence Limanı’na götüren 150 bin grostonluk Rumen tankeri, Karadeniz yönünden gelen Yunan kosteri Evriali ile çarpışmış ve dünya tarihin en büyük deniz kazalarından birine maalesef İstanbul Boğazı tanıklık ve ev sahipliği yapmıştı. O anı yaşayan İstanbullu bir arkadaşım tanıklığını ifade ederken, “Geceyi gündüze çeviren o parlaklığı ve aydınlanmayı hayatımda ne ondan önce ne de ondan sonra hiç görmedim.” diyordu.

Yaşanmış tüm bu vahim tecrübelere rağmen Kanal İstanbul projesine karşı çıkmak bizi ne kadar milli ve vatansever kılar bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var ki o da devletin cebinden bir kuruş çıkmaksızın YİD yani yap-işlet-devret modeli ile yapılacak ve dünyanın yeni harikalarından biri olacak böyle bir projeye sözüm ona romantik “çevre” kaygıları ile karşı çıkmak millilik tanımı içinde asla yer alamaz.

Kendi sanayi ve teknoloji devrimlerini gerçekleştirmiş olan Batı, Türkiye gibi kendilerine ciddi rakip olacak ülkelerin önünü “çevre” afyonu ile kesiyor. İçi oldukça boş afrodizyak aromalı, gezi soslu “çevre” ile gençler ve toplumlar adeta narkozlanıyor.

Denizi karadan akıtacak böylesine tarihi ve stratejik bir kanal projesi, dünyanın gelişmiş bir ülkesinde hayata geçecek olsaydı hayranlık duyar, övgüler yağdırır, kendi hükümetlerimizi beceriksiz olmakla suçlardık.

Gemileri karadan yürüterek çağ kapatıp çağ açan Sultan Fatih’in torunu Erdoğan, şimdi atasının izinden giderek denizi karadan akıtıyor.

Olay bu…

Asıl mesele de bu. Sanmayalım ki mesele ağaç! Sanmayalım ki mesele çevre! Yoksa siz hala meselenin Kanal İstanbul olduğunu mu sanıyorsunuz?

Mesele ne ağaç ne çevre ne de Kanal İstanbul…

Bütün mesele denizi karadan akıtarak tarihin seyrini değiştirecek olan Recep Tayyip Erdoğan meselesi.

Hazmedemeyip katlanamadıkları bu…

Ama o deniz karadan akacak…