Malumumuz dünyayı saran bir hız tabakası var etrafımızda her şeyi ezip geçen. Tüketim ağına bağlı olarak rant kavgaları, konfor hayali insani duyguları zedeliyor. Ne ile tatmin olacağını, nasıl mutlu kalacağını anlamayan bir kitle var karşımızda. Teknoloji, ideoloji, kültürden kopma, inançta değişim, tahammülsüzlük akışı duygu dünyamıza olumsuz baskı yapıyor. Genlerle oynandığı, yapay zekanın öne çıktığı bir gelecek senaryomuz da var. Şartlar ne olursa olsun, insanlığı adalet, merhamet ve vicdan duygusu ile muhafaza ediş, meziyettir.

Öz güveni yüksek, ilkeleri keskin, menfaati için eğilmeyen, asil kişiler adaletten kopmaz. “Herkes doğru insan bulmak ister, yanılmamak için. Oysa kimse uğraşmaz, doğru insan olmak için.” diyor Freud. Kendi menfaatlerimizi korumak için, “doğrular “ inşa ettik insani duygularımızı zayıflatan, yok eden. Hırs, öfke yerleşince kalbimize hak, hukuk, adalet kavramlarını da harcadık. İnsanın özünde vicdan adlı bir ışıltı vardır zaman zaman kim olduğunu hatırlatan. O köşenin huzursuzluğu tarif edilmez, yaşanır. Son nefese kadar vicdanın sizi didiklediğini düşünün. Vahşileşmenin bedeli bu olsa gerek. Güçsüzün yanında olan, güçsüzü ezen de adalet diyor. Acılar ile savaşan, acı veren de merhamet diyor. Müslüman’da adalet ahlaki disiplindir. Ahlakından emin olduğunuz kişi, adildir.

“İnsanı gördüklerinden ibaret sayma, göremediklerinde ara. İçidir hakikatin resmi, dışı sadece bir manzara.” der Mevlana. İçimizin şehrine tutunmalıyız belki de. Yitip gitmemek için yaratılış gününe dönmeliyiz. Adaletsizliğin üzerini ”yalan doğrularla” kapatmak isteyenler, iyiliği taklit ediyor. Söz ve hal arasındaki uçurum insanı basit ve zavallı kılıyor. Yalan ve hile o kadar normal geliyor ki bazı insanlara yüzler dahi kızarmıyor. Makam ve mevki için, daha fazla kazanç sağlama uğruna başkalarını harcamak, ucuz hayatta devleşmek değil midir? Desinler diye iyi insan olunmaz. Toplumda itibar kazanmak için, iyilik yarışına girilmez. Ayrımcılık yapmadan, sosyal statüye göre davranış belirlemeden, ötekileştirmeden, insanı olduğu gibi kabul etmektir üstün ahlak ve adalet. İnsanca yaşamı dava bilenler, bir başka sever. Ortak acılar ile anlaşmak, tek doğruda buluşmak kaybettiğimiz değerlerdir. Biz aslında sevginin içindeki sevgiyi de kaybettik. Dünyanın içine dalınca inceliği, aynı anda hissetmeyi özetle kalbe, kalpten bakmayı unuttuk.

Adaleti hayatının temeline alan insanca yaşamda zorlanmazlar. Güvenilir kişiler azaldığında topumun adalet gücü de zayıflar.

Asr-ı Saadet’te bir gün hatırı sayılır bir kadın hırsızlık yaptığında, peygamberimize yakın isim olan Üsame bin Zeyd’in aracı olmasın isterler. Üsame durumu Peygamberimize anlattığında, ayağa kalkarak şöyle hitap etti:

“-Sizden önceki milletler, şu sebeple helak olup gittiler. Aralarında soylu, makam mevki sahibi hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı. Allah’ a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da ellerini keserdim” ( Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Hudud-8,9) Biz alnını secdeden kaldırmayan, ömrünü adalet ve ibadetle geçirmiş bir peygamberin ümmetiyiz. Neden bu kadar körleştik. Kötülüğün köklerine niçin sarılma ihtiyacı duyduk. Oysa dünya saltanatı, ruh bedeni terk ettiği an bitiyor. Adalet duygusu namus, onur, haysiyet yani insanlık anahtarıdır. Onu kaybedince geriye kuru bir beden yığını kalıyor.

Bugünün penceresinde Mehmet Akif Ersoy’un şu dizelerini bıkıyorum: “Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem./ Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bî-zârım.”