Türkiye, coğrafi konumundan dolayı çevresindeki bütün halklarla tarihi, coğrafi ve kültürel açılardan güçlü bağlantıları olan bir ülke. Bu sebeple, tarihi hinterlandında gelişen tatlı-tatsız bütün olaylarla bir şekilde ilgili. Dolayısıyla Suriye, Irak, Ukrayna, Balkanlar veya Kuzey Afrika’daki gelişmelere kayıtsız kalamıyor.

İnsan olarak yeryüzündeki bütün insanlarla Adem’in çocukları olma yönüyle kardeşliğimiz var. İnancımız gereği aynı inançtan olanlar ise “kardeş” sayılıyor. 8 milyarla böylesi bir kademeli, ama daha dar çerçevede aynı inancı paylaştığımız 1,5 milyar insanla iki kademeli kardeşliğimiz söz konusu. Fakat bir de üç kademeli kardeşliğimizin olduğu başka bir kitle daha var: 250 milyon nüfuslu ve birkaç küçük müsluman olmayan grup dışında (Yakut, Çuvaş, Gagavuz vb.) neredeyse tamamı müslüman olan Türk Dünyası halkları… Açıkça ifade etmek gerekirse Türk dünyasındaki kardeş halklar birbirini bu üç kademeli kardeşlik hukuku çerçevesinde görmekten ustaca uzaklaştırılmışlar.

KKTC’yi de katarsak 1990 sonrası beş yeni cumhuriyetin çıkması yeterince yönlendirip yararlanamadığımız bir süreç oldu. Altı bağımsız cumhuriyet ve onlarca Özerk Cumhuriyet geçtiğimiz 30 yılda ya dış politikada yaşadığımız zor zamanlarda ya da ekonomik olarak darlandığımızda aklımıza geliyor.

Rusya Federasyonu, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) aracılığıyla Türki cumhuriyetleri yeniden kendi çevresinde toplamaya çalışırken ABD, AB ve İran’a kadar birçok aktör, bölgede kendi yatırım ve gelecek planlamalarını yaptı. Hemen her yönden diğer bütün aktörlerden daha yakın oldukları Türkiye’nin alakası onların gözüyle sürekli geciken ve dağınık bir ilgi olarak görülüyor.

Türkçe, şive (ağız) ve lehçeleriyle birlikte yaklaşık 300 milyona yakın insanın konuştuğu bir dil. Buna rağmen zamanla sınırların ayırdığı ve farklı bayraklar altında kalan akraba halklar 1990’lara kadar birbirinden sürekli uzaklaştırıldı. Yakutça ve Çuvaşça gibi ana Türkçeden eski dönemlerde ayrılan ve bugün Türkçe ile karşılıklı anlaşılabilirdik taşımayan diller bir kenara bırakılırsa, diğer şive ve lehçelerin öğrenilmesi ya da en azından karşılıklı anlaşabilmek için belirli çalışmaların yapılmasını önemli buluyorum.

Azerbaycan, Kırım, Balkanlar’daki Türkçe, Suriye ve Irak Türkmencesi ve Gagavuz şiveleri Anadolu’daki mahalli ağızlar gibi düşünülmelidir. Bunlar ayrı birer lehçe veya dil değildir. Özbekçe ve Uygurca gibi Çağatay grubundaki yaklaşık 70 milyon konuşanı olan şiveler ise Türkmence ile birlikte bir aylık dikkatli dinleme ve çalışma ile öğrenebilecek yakınlıkta.

Kıpçak grubuna bakıldığında, Kırgızca ve Kazakça gibi Kıpçak grubundaki Türk lehçeleri Türkçe bilen bir kişi için iki aylık çalışma ile öğrenilebilir. Kırım Tatarcası veya Dağıstan’daki Kumukça, Oğuz dil karakterleri göstermesi bakımından kolaylıkla öğrenebilirken Karaçay ve Nogay dilleri Kıpçak grubundaki diğer resmi dil statüsündeki Kazakça ve Kırgızca’ya oldukça yakındır.

Özellikle Türkiye Türkçesindeki dramatik boyutlara varan ve kastı aşan sözde “arındırma” girişimleri öncesindeki kültür, edebiyat ve dile aşina olanlar için bu şive ve lehçeler birkaç aylık çalışma ile öğrenilebilir.

Bu lehçe ve şivelerin birbirinden uzaklaşması sonucu farklı dilleri ortaya çıkaran sebepler tarihi, coğrafi, siyasi sınır ayrılıklarından kaynaklanmaktadır.

Anadolu ile Azerbaycan ilişkisini biraz rahatsız edici örnek ile açıklarsak: Mesela Erzincan, Elâzığ, Erzurum, Kars ve hatta Bayburt Sovyet sınırları çizilirken Azerbaycan’a bırakılmış olsaydı oradaki insanlara yanlış bir ifade ile muhtemelen Azeri (Azerbaycanlı) denilecekti. Çünkü henüz 60-70 yıl öncesinde bile bu bölgelerde konuşulan Türkçe, Rumeli, Batı Anadolu veya İstanbul Türkçesinden çok, Azerbaycan Türkçesiyle ortaklık gösteriyordu. Tersinden söyleyecek olursak Azerbaycan ve Türkiye arasında bir sınır olmasaydı bugün muhtemelen birbirinden beslenmiş ortak bir Türkçe konuşuluyor olacaktı. Sınır çizildi ve Ruslar bu tarafta kalanlara Türk, diğer yanda kalanlara kasten Azeri, Terekeme, Ahıskalı gibi yer isimleriyle ifade edilen halk adlarını taktılar. Ayrıca dilleriyle de resmi ve kültürel kanallarla ustaca oynamaya devam ettiler.

Bütün bu sayılan dil ve lehçelerin gramer, cümle düzeni, dil mantığı, hatta atasözü ve deyimleri birbiriyle büyük ölçüde örtüşür. Birbirlerinden ayrılan noktaları ise kelime hazinesidir. Toplamda 40 milyon kişinin konuştuğu karşılıklı Azerbaycan bölgesi Türkçesinde konuşanların Türkiye Türkçesini anlama oranı %90’ın üzerindedir. Türkiye Türkçesi ile Türkmence %70’lerde Özbekçe ve Uygurca ile %60’larda, Kazakça ve Kırgızca ile ise %35-40 seviyesinde olduğunu ifade edebilirim. Fakat Türkçenin edebiyat diline ya da Anadolu’daki mahalli ağızlardan birisine aşina olan bir kişi için anlama ve öğrenme oranları çok daha yüksektir.

Sovyetler Birliği döneminde Sovyet kültür politikalarıyla ve Rus kültürünün de baskın olması sonucu bu lehçe ve şivelere (Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen, Tatar, Karaçay, Balkar, Nogay vb.) eğitim ve kültür üzerinden yüzlerce Rusça kelime sokulmuştur. Diğer yandan, dilbilim konusunda önemli birikimi olan Rusya, bunu politik bir araç olarak kültürel ayrıştırmada maharetle kullanmıştır. Mesela, Kazakça ve Kırgızca aslında farklı diller değil, Kıpçak grubunun karşılıklı anlaşılabilirliği olan iki ayrı şivesidir. Aynı durum Çağatay (Karluk) grubunun kolları olan ve birbirinden birkaç yüzyıl önce ayrılmış olan Özbekçe ve Uygurca için de geçerlidir. Rusların Kafkasya’da ayrı milletler olarak kaydettiği Karaçay ve Balkarlar da aslında aynı halktır ve aralarında ancak olsa olsa Balıkesirli ile Bursalının şivesi kadar fark vardır. Fakat nasıl olmuşsa Ruslar buradan iki dil ve iki millet çıkartmayı başardılar.

Çin ve Fars (İran) da kendi içlerinde tehlikeli gördükleri en büyük azınlık unsur olarak Uygurlar ve Güney Azerbaycan Türklerine yönelik asimile araçlarını kesintisiz ve yavaştan işlettiler.

Türklerin son yüzyılı bölgenin diğer halklardan daha vahim trajedileri içerir. İlk akla gelen Balkan, Kırım ve Kafkasya göç ve kıyımları olsa da en az onlar kadar önemli olan kültürel kıyım halen devam ediyor. Bunda en büyük rolü, strateji ve planlama yerine günlük işleri bitirme talaşımız ve aymazlığımız oynuyor.

(Devam edecek…)