Şehrin ışıkları yanıyor.

Minarelerden insanda ağlama isteği uyandıran akşam ezanları bütün bir şehrin sokaklarına dağılıyor. Yakıcı bu ses, adeta bulutlarda yankılanıyor, gaipten gelir gibi bir kentin üzerine dökülüyor.

Şairler yanılıyor olamaz; Paris şık bir kafe, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla olabilir; ama İstanbul güzel bir şehirdir.

Akşam ışıkları yanarken; herkes bir koşuşturmaca içinde hep farklı yönlere ilerliyor. Ortada üzülecek hiçbir şey yokken bile insanın içini hüzün kaplıyor, evlerdeki perde gerisinden görünen ışıklara başını kaldırınca sokakta olanlar. Sıcacık bir ev huzuru yayan ışıklar, bazen akşam yemeği pişen bir mutfağın buğulanmış camından yansıyor. Kimi zaman da ‘küçük mutluluklar’ olarak oturma odasından taşıyor, sahne sahne değişen dizilerin renk efektleri televizyon ekranından perdelere vuruyor.

Dut ağaçları, incir ağaçları sur diplerinde akşamları tek renk oluyor; koyu gri, kokularıyla ayırt ediliyorlar. Geniş avlular, şehrin yorgun kemerleri, ay ışığıyla yıkanıyor, akşam oluyor. Eski hanlar hem tarih kokuyor hem rutubet… Büyük Fetih’in taşları, isler taşıyor. Top atışlarıyla dövülmüş sur taşları savaşın izleri değil de sokakta kalanların yaktığı varillerdeki ateşlerin karalığını resmediyor.

Biraz ilerideki restoranda, sokaktaki iskemleler masaların üzerine ters çevrilmiş duruyor. Lüks üniformasıyla komilerden biri yerdeki yağmur sularını sokağa süpürüyor. Kocaman camların gerisinde bir adam, oturmaktan çok yığılmış gibi duran görüntüsüyle, lokmalarını ağzına götürmek yerine, ağzını tabağa yaklaştırıyor.

Kalabalığın gerisindeki arka masada bir kadın, sözü tekeline almış, hararetle bir şeyler anlatıyor. Nezaket ve sıkıntı ile dilsizleşmiş adam, sabırla dinliyor. Kadın kendi komikliğini üstlenerek, kendi esprilerine önce kendisi güçlü kahkahalar atıyor. ‘6 numaralı’ masada bir çift, sırt sırta oturmuş tartışıyor. İskemlesine kanepe gibi kurulmuş, bacak bacak üstüne atıp kolunu sandalyenin sırtlığına dayamış adam, acayip olanı açıklamaya çalışırken tuhaflığını derinleştiriyor, sessiz kalsa belki de garipliği örtüyle sararak yersiz merakları dağıtacak.

‘Lüks tarife ile sefalet’ sunan lokantanın menü panosundaki ışık, yaya geçidi gibi yolu kesiyor boylu boyunca, sur duvarlarına yansıyor. Üstü başı dağınık bir çocuk, lavaboyu kullanmak için izin istiyor; kapı görevlisi sözcüklerinden tasarruf ederek, sessizce ve hiddetle uzaklaşmasını telkin ediyor işaret parmağıyla…

Akşamları ev yoluna düşmüş alt tabaka buradan geçerken; gayr-ı ihtiyari lokantadan içeri göz atıyor, başka hayatlara iltica ediyor birkaç adımda…

Masalardaki insanlara bakarken; içine derin bir yalnızlık duygusu çöküyor yolda yürüyenlerin… Kimisi maddiyat muhakemesi ile “Ahlakları ve inançları genelevdeki bir kadın kadar olsa da bazılarının hayat standartlarına dokunulmuyor; not düşülüyor” diye içinden geçiriyor.

Akşam olunca sebepsiz üzüntüler gelip buluyor mutlaka.

İnsan hayatla hesaplaşıyor her akşam, şehrin ışıkları yandığında…