“Umutların aldatıldığı yerde, hayal kırıklıkları kök salar” sözü çok temel bir gerçekliğe işaret ediyor…

Buradan bir mukayese alarak iktidarların, yönetimlerin ya da sıradan insanların hayatlarında “umuda” yaklaşırken ne denli hassas olunması gerektiği sonucuna açık bir şekilde ulaşabiliriz…

Özellikle her şeyi “oy” alma çabasına indirgeyen siyaset anlayışının çokça başvurduğu “sahte umut” verme stratejisinin, bütün dünyadaki hayal kırıklıklarının en derinlerinin müsebbipleri olduğunu ifade etmek abartılı olmayacaktır…

Özellikle siyaset sahnesine yeni çıkan figürlerin -geçmiş testine tabi tutulamayacağı için-estirdiği rüzgâra kapılmanın bu yönde çok ciddi riskler barındırdığı gerçeği, tarih boyunca kendini ispatlamıştır…

Siyaset sahnesinin bu “yeni yüz” gerçeğinin iki veçhesinden biri hayal kırıklığı üretme potansiyeli iken diğeri de İbn Haldun’un işaret ettiği iktidarı zora sokabilecek olan yönüdür…

Hayal kırıklıklarının derinleştiği yerde toplumsal parçalanmaların olması, mukadder bir durumdur…

“Kayıp hayaller evresi”nin sonucunda, umut taciri için tehlike çanları da çalmaya başlar…

Özellikle kendi ülkemizin gerçeklerine döndüğümüzde, ideolojik saplantısı görece çok fazla olmayan, geçmişteki reflekslerinden de çok iyi anlayabildiğimiz seçmen davranışları, umut tacirlerini tarihin derinliklerine göndermekte hiçbir beis görmemiştir…

Bu manada özellikle İstanbul seçimlerinde, “yeniye bir fırsat verme” mantığıyla, güncelin de rüzgârına kapılan ve verilen “sahte umutları”satın alan seçmen, geride kalan bir yılın ardından hayal kırıklıklarını daha yüksek sesle dillendirmeye başladı…

Bu, bana göre ikna edilmesi çok zor olan bir seçmeni ikna edebilmiş siyasetçinin yaşayabileceği en acı durumdur…

Bir siyasetçi eğer yeni bir tarih yazmak istiyorsa önce geçmişin hakkını ve itibarını iade etmekle mükelleftir; çünkü değiştirilmesi gereken dün değil bugündür…

Başka bir ifadeyle artık değiştirilmesi mümkün olmayan bir dün yerine bugüne odaklanmak en doğru yönelimdir; eksisi, artısıyla hafıza mirasını da reddetmeden…

Bugünü değişim ritminden uzaklaştırmak ve onu yavaşlatılmış bir “zihin hapishanesi”ne tıkmak hem siyasetin hem de siyasetçinin sonunu hazırlayan en büyük tehlikedir…

“Temel atmama, geçmişin başlattıklarını durdurma ya da sahiplenme” işte tam da anlatmak istediğimi şeyi temellendiren ciddi olgulardır bunlar…

“Nasıl olsa insanlar unutur” denilerek verilen ama unutulması mümkün olmayan vaatler/umutlar, bu gün bu umuda bel bağlamışların dimağlarında taptaze duruyor oysa…

Sokaklara asılan afişler, otobanları süsleyen renkli sloganlar, hangi yönetim için olursa olsun sadece tuzu kuruları ya da ideolojik miyopları ikna edebilir…

“Biz şu kadar aileye şunu ulaştırdık” dediğinizde, o şey sesini duyuramayan ama ona umudunu bağlamışlara ulaşmamış ise gerçek hayal kırıklığının sıklet merkezi işte tam da orasıdır ve onlar da gereken cevabını sandıkta vermeyi çoktan beklemeye başlamış demektir…

İstatistiklerin gösterdiği yerden bakıldığında, verilen umutlarla karşılananlar arasında ciddi bir uçurumun var olduğu görülüyor…

Ve öyle görülüyor ki büyük vaatlerle ve de “mağdur” rüzgârıyla gelen İBB Başkanı, en büyük iddiasından da vurulmuş durumda; mesela “israf” gibi…

“Söz” yere düştüğünde “yalan çökeltisi”ne dönüşür…

Neticede her şeyi altüst eden de, yerli yerine oturtan da siyasettir…

Yalandan, inkârdan ve umut tacirliğinden arınmış tertemiz bir siyaset umuduyla…