Kelimelerin de hikayeleri var. Öyle durduk yere ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmış değiller yani. Her biri insanlar gibi yaşamış, yaşıyor ve yaşayacaklar. Hatta insandan daha çok ve daha uzun ömürleri var onların. Hepsinin hatıraları ve hatta bazılarının zihnimizde, gönlümüzde hatırları var. “Gönül” gibi mesela. Sadece bizim dilimizde olan ve belki de sadece biz de olan gönül gibi.

Seni bilmem ama benim her zaman ilgimi çekmiştir bir kelimenin hikayesi. Onu ilk defa söyleyen ve ilk defa bulan insanın neden bir “şeye” ya da olaya böyle bir isim bulduğunu merak etmişimdir. Nereden geldiğini, neden geldiği, neye benzediği ve diğer hangi kelimelerle akrabalık kurduğu neden bilmiyorum ama bana her zaman efsunlu göründü. Belki de bu yüzden lügat okumayı sevdim hep. Ama öyle safi bir kelimenin anlamını yazdıkları sözlükler değil; hikayesi olan, kelimelerle tanıştıran lügatler.

Eskiden izlediğim ve şimdi adını hatırlayamadığım bir filmde dünyayı gezmek için yola çıkan bir Arap seyyahın bir yerlerde Vikinglerle karşılama sahnesi vardı. Sanırım mekân bu günkü orta Avrupa zaman da tarihte Viking Çağı diye bilinen zamanlar… Bir akşam vakti ve yanan ateşin hemen önünde oturup da heybesinden çıkardığı bir kâğıda –ki o zaman kullanılan kâğıt ile şimdiki aynı değil biliyorum. Ama anlaşılsın diye “kâğıt” diye yazıyorum- bir şeyler yazarken seyyahı gören Vikinglerden biri onu hayret ve şaşkınlıkla seyrettikten sonra tam da şöyle soruyordu;

– “Sen seslerin resmini çizmeyi biliyor musun?”

Güzel değil mi? Çok güzel… Seslerin resmini çizmek… Yani yazı yazmak. Dudaklarından dökülen ve istemsizce de olsa yapabildiğin bir şeyi; konuşma denen hali ve dilinden dökülen sesleri resmetmek. Yazmak aslında tam da böyle bir şey; görünmeyen, örneği olmayan sadece kulaklarınla duyabildiğin bir sese vücut vermeye çalışmak belki de.

Bana sorarsan insanın en büyük icadı bu; seslerin resmini çizmek.

Peki ama neden? İnsan neden yazmak istedi ki? Neden sadece söyleyerek, konuşarak kalan kişi olamadı? Tarihle ilgili okuduklarımdan ve öğrendiklerimden anladığım şu ki bir şeyi ilk defa yapmak için önce bir ihtiyaç duymak gerekir. Peki insan yazıyı bulmaya ya da seslerin resmini çizmeye neden ihtiyaç duydu? Bir de acaba ilk resmedilen kelime neydi?

Neyse bu bir bahs-i diğer, geçelim…

Kelime; Arapça bir kelime. –Değişik bir cümle oldu- Dilimize oradan gelip de yerleşmiş. Bizim karşısına koyduğumuz ise söz-cük. Bence olmamış ve olmuyor. “Kelime”nin nereden geldiğiyle ilgili de çok fazla bilgi var aslında. Ama beni en çok çekeni “yara” ile bağlantılı olanı. “Kelime”nin Arapça yara manasında olduğunu söyleyenler de var. Hatta Aramice ve İbranice “yaralamak” anlamında da “KLM” köklü kelimeler var. Sözle yaralamak yani. “Sövmek” kelimesinin de “söz” kelimesinden geldiğini düşününce bu da anlamsız gelmiyor. Ama ben yine de yarası olanın dilinden dökülen ses tarafında duruyorum. Yarası olan insanın söylediği söz yani. Çok hoş.

Belki de öyledir. Yarası olmayan ne yazacak ne diyecek ki? Hem derdi söylesin denmemiş midir?