28 Şubat’lı yıllardı. Başörtüsü yasağını protesto etmek için Türkiye genelinde el ele eylemi kararı alınmıştı. Böylece ülkeyi kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına kucaklayacak, haklı sesimizi tüm dünyaya daha gür duyuracaktık. Sağcısı, solcusu, liberali, İslamcısı, kadını, erkeği, hissiyat sahibi her kesimden insanı bu işin içine sokarak, hükümeti yasaktan vazgeçirmekti tek amacımız. Tamamen barışçıl, tamamen haklı davamızı gündemde tutacak, tamamen iyi niyetli, tamamen duygusaldık hepimiz de. Sinop’ta görev yapıyordum, orda bu eylem yapılmadığı için bir avuç sevdalı arkadaşla Samsun’a gittik. Hükümet müdahale edeceğini açıklamıştı. Ama, “olsun” dedik. Her şeye rağmen devlet ferasetine, devlet ciddiyetine, bin yıldan fazla devlet geleneğine güveniyorduk. Sonra, haklıydık da, milletimizi tanıyorduk; tarih boyunca ispatladığı gibi hep mazlumdan yana olmuştu. Yine bizim yanımızda olup, bize destek, güç verecekti, inanıyorduk.   

Saat on sıralarıydı. Kalabalık her an artıyordu. İşte bu iyiydi, milletimizin vicdanına güvenmekle haklı bir iş yapıyorduk demek ki. Her renkten, her giysiden, her cinsten, her meslekten, her yaştan yüzlerce insandık. Elimizde, silaha dair en ufak bir nesne yoktu. El eleydik, gönül gönleydik. Sevdamız haktı.

Etrafımız binlerce polis kuvveti tarafından çembere alınmıştı. Emniyet amirinin hoparlörden çıkan, “Eyleminiz yasa dışı, derhal dağılın, yoksa müdahale edeceğiz!” uyarı sesi ruhumuzu tırmalasa da, umurumuzda değildi. Çünkü kararlıydık ve niyetimiz iyiydi.

Başı açık, kıvırcık, kısa saçlı, dudakları kan kırmızısı rujlu, mini etekli yaşlı bir teyze tam karşımıza geçmiş, elinde tuttuğu ve üzerinde Atatürk fotoğrafının yapışıklı olduğu dövizi bize göstererek, “irticacılar Arabistan’a” diyordu. O kin dolu bakışını hiç unutamıyorum. O gün için hafızamda yer tutan ender sahnelerden biri budur hala. Suçumuz neydi, onu da bilemedik. Güldük sadece acı acı; Türkiye’min içine düşürüldüğü, kamplara bölündüğü ülkemin haline.

Ve, yürüyüş başladı. Çok heyecanlıydık. Az bir miktar gidebildik ancak. Emniyet amirinin, “dağıtın şunları!” anonsuyla polisler bir anda üzerimize çullandı. Coplar tepemize, kıçımıza, kolumuza, bacağımıza inip kalkmaya başlamasın mı bir anda?! Kadınlar, çocuklar, yaşlılar çığlık atarak kaçışıyorlardı hedefsizce sağa sola. Biz ise ellerimizi yüzlerimize kapatmış, bağrışıyorduk ha bire, “başörtüsüne özgürlük!”

Dağılmamız uzun sürmedi.

O gün cop ta yesek, yaralansak da, hakaret de işitsek, horlansak, dışlansak da, elimiz kolumuz sargılar içinde de kalsak, tarihe bir iz bırakmanın, haklı davamızı tüm dünyaya bağırmanın gururuyla evlerimize döndük.

Kılıçdaroğlu’nun, her gün biraz daha komediye dönüşen yürüyüşüne getireceğim sözü. O gün CHP nerdeydi? Bırakın yanımızda olmayı, haklı davamızda tam karşımızda mevzilenmiş, 28 Şubat’ı destekliyordu. Suçumuz devlet sırlarını ifşa etmek değildi bizim. Mahkemece verilmiş bir tutukluluk kararımız da yoktu, polis korumamız da. O gün meydanda, yanımızda herhangi bir parti de yoktu, bürokrat da. Halk vardı sadece; her daim mazlumun yanında durmayı bir erdem bilmiş halkımız. Keşke o gün yanımızda olsalardı… Çok şey değişirdi güzel ülkem ve halkım adına. Ama onlar, bugün adalet isteyenler, haklının yanında olmak yerine, güçlünün emrine boyun eğip, karşımızda durdular.

Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüne en güzel cevabı yine Bahçeli vermiş. Dostlarım da bilir ya, Bahçeli’nin konuşmalarını hep severim zaten. Hem ironi vardır cümlelerinin içinde, hem de ti’ye almak. Hem uyarı vardır, hem de düşündürtmek. Mesela Kılıçdaroğlu’na bu manada vermiş olduğu cevap çok ilginçtir. “Eskiye nazaran yollar yürümek için oldukça kullanışlıdır. Üstelik yol kenarları dinlenme tesisleriyle doludur. Lakin yolda adalet yoktur. Atalarımız boşuna söylememiş; akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş. Adalet yolda bulacağımız bir kayıp eşya, yürürken ayağımıza takılacak bir gömü değildir. Bunu bilmemek ise cehalettir.”

Komedi, komedi, komedi…

Asıl komediyi ise, Klıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzetmekle Gürsel patlattı.

Hadi 28 Şubat’ta ortada yoktu CHP lideri, 15 Temmuz akşamı nerdeydi peki? Havaalanından sinsice çıkıp, bir belediye başkanının evine saklanmakla mı lider olunur?! Ülkemin en sıkışık olduğu zamanlar sen tut sıvış, kaçacak delik ara, sonra da bu ülkede liderlik yapmaya kalk?! Oldu mu şimdi?! Hiç bir zaman halkın yanında durmayan kişi, hiç bir zaman da halkı yanında bulamaz. Sırtını halka dayamayan bir lider de, hiç bir zaman iktidar olamaz.

Cümlelerimi, yine Bahçeli’nin Kılıçdaroğlu’na uyarılarıyla bitirmek istiyorum. “Adalet yürümekle değil, yüksek bir ahlak, yüce bir gönül eşliğinde, ancak ve öncelikle vicdanlarda tecelli ve temerküz edecektir.”