Balat’ın kıyılarında tekneler, eprimiş tahtalarıyla dalgalara kafa tutmaya çalışıyor.

Rüzgârla uyanıyor tahta cumbalar, Galata’da sabahları…

Mahallenin en güzel kızının elinde tuttuğu aynadan ışık dar sokaktaki taşlara yansıyor Beyoğlu’nda.

İstanbul zıtlıklar şehri.

Doğu ile Batı… Avrupa ile Asya… Dindarlar ile seküler olanlar… Eski ile yeni…

***

Nice hatıraların sindiği eski evler şimdilerde ya virane ya ticarethane.

Tıpkı geçim sıkıntısıyla yaşlıların ‘üç kuruş’ para için getirdiği eşyalarının antikacı dükkânında üzerine devasa kâr koyularak satılması gibi, tarihî evlerin de değeri bilinmiyor acılar çarşısında.

Çocukluğum önce Balat, sonra Karagümrük’te geçti. ‘Yenisi yapılacak’ diye güzelim zarif yapıların acımasızca yıkılarak yerlerine ruhsuz binaların dikilmesini izledim yıllar yılı…

Asırlar öncesinin ince işçilik, zahmet ve emek mahsulü evleri, zevksizlikler mahallesine kurban edilirken; kolumun altında oynayacak yer arayan topumla kalakaldım.

Hatıralarımdan biri çok hazindir. Bir gün Türkan Şoray çıkageldi sokağımıza. Dünyaya gözünü açtığı cumbalı küçük baba evini ziyaret için. Oysa ahşap evi bir süre önce çıkarılan yangınla kömüre dönmüştü. Gözyaşıyla ayrılmıştı çocukluğumun dünyasından. Şimdi yerine apartman dikilmiştir sanırım.

* * *

Bahçeler içinde sakin, küçük evler ve komşuluklar yok artık.

Ancak tarihi İstanbul, hâlâ aynı ihtişamıyla uzanıyor Haliç’te boydan boya…

Eski İstanbul’un tapu senetleri, inci gibi yedi tepesine dizili selâtin camileri Sultanahmet, Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih, Yavuz Selim ve Mihrimah Sultan; gün batarken altın parmaklarını sanki bulutların saçlarına geçirmiş gibi görünüyor Galata’dan bakınca.

Gece çöküp ışıklar yandığında tarihî camilerin vücutları da olabildiğince heybetli görünüyor, şehrin bekçileri gibi. Ve yatsı ezanıyla birlikte dünyadan el etek çekmiş gibi manalı bir sessizliğe gömülüyor camiler…

Derler ki; Osmanlı önce cami yapıp sonra onun etrafına mahalle kurardı. Yani Haliç’in suyunda taş yüzdürülünce, yüzeyde oluşan yuvarlak kabarcıklar gibi yapılar da bir yelpaze şeklinde açılıyordu camilerden kıyılara.

***

İnsanoğlunun tüm kabalığı, hodbinliği, nankörlüğü, ihaneti ve ikiyüzlülüğüne rağmen yine de görkemi ve ihtişamıyla şehrin en haşmetli yapıları camiler.

Haliç’e uzanan sırtlarda boydan boya ağaçlık, bağlık, koru ve mesire alanları bırakmadık; havuzlu, fıskiyeli bahçeler yok.

Ama camiler geçmiş günlerin izlerini taşıyor hâlâ.

İstanbul’un emniyetinden sorumlu gibi kentin kimliği olarak yükselen camiler, her renk, her dil, her milletten turistin “İstanbul, cami demektir” düşüncesiyle uğrak yeri oluyor.

***

Cemaatiyle gönül telleri kopmuş mahzun camiler, kara parçasında sıkılmış, Haliç’in sularına ayağını sokmak ister gibi yorgunlar. Galata’dan camilere bakınca; geçip gidenin zaman değil, aslında insan olduğu anlaşılıyor.