Ne yazık ki bugün etrafımız, “şövalye ruhu” kabarmış/kabartılmış ama o nispette de görme kabiliyetleri kısıtlanmış imparatorluk kırıntılarıyla dolu…

Kiminin damarlarındaki Romalılık, kimininkinde de Hellen kanı hızlanmış görünüyor…

Buna hakları yoktur diyemem; lakin altı dolu olmayan şövalyeliğin bedellerini de göze almak gerekir diye düşünüyorum…

Fransızların da Bourbon Hanedanlığı kanında bir yükselme hissediliyor elbette…

Bütün bunlara karşı birde hiçbir tarihsel övünç kaynağı olamayan ama günlük çıkarları için Batı’ya köle olmaya can atan “türedi” Arap emirleri ve kralları var…

Diğer cepheyi oluşturan bunca “şövalye” varken, Türkiye’nin kendi tarihsel kodlarını unutması, asabiyetini güçlendiren değerlerini hatırlamaması mümkün olabilir mi?

Hal böyle olunca, Doğu Akdeniz’in nabzı da olağanüstü artmış oluyor…

Karada, rahatlıkla PKK/PYD gibi uluslararası vekâlet üstlenen “harami” bulan Batılı güçler, denizde buna sahip olamadıkları için ve kendileri de direkt savaşa girmek istemedikleri için Yunanistan, Mısır ya da BAE gibi kullanıma müsait devletçiklerle işi halletmeye çalışıyorlar…

Eski sömürgecilik gelenekleri demode olduğundan yeni yöntemler arayan Batı, arka planda gerçek zihniyetinden hiçbir şey kaybetmiş değildir…

Emperyalistler hâlâ ne yaptıklarının çok farkındalar…

Fakat onların piyonu olanlar hâlâ büyük bir iştahla ama kör bir şövalye bakışıyla “kazanacağız” yalanına kendilerini inandırmaya devam ediyorlar…

Oysa Batı’da gaza gelen Yunanistan’ın, Kurtuluş Savaşı’mızda, gaza getirenleri tarafından nasıl yalnız bırakıldığını iyi hatırlaması gerekir…

Hâkeza Arap coğrafyasından gaza gelenlerin, Batılılar tarafından uğratıldıkları sefaletleri saymakla bitiremeyiz…

Bu sonu gelmez toleranslarla şövalyeleşenlerin,“hafıza fukaralığı”nı tarif etmeye çabalamanın beyhudeliği de başka bir meseledir…

Doğu Akdeniz’de yaşananların azmettiricilerinin geçmişlerini hatırlamakta da fayda var…

Üstelik bu geçmiş, hâlâ bugünü dinamik bir şekilde etkileyen bir geçmiş…

Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Batılı müttefikleriyle Almanlar’a dayattığı Versay Antlaşması’nda, ABD ve İngilizler tarafından nasıl yüzüstü bırakıldığını çok iyi hatırlaması gerekir…

Bu hatırlamayı ayrıca Batı’yı “bölünmez toplu bir güç” gibi görenlerin de çok iyi yapmasında yarar var…

Öyle görülüyor ki azmettiricileri de imparatorların imparatoru olan “çıkarlar imparatoru” yönetiyor ve emirlerine direnemiyorlar; bir büyü etkisinde kalarak…

“Düşünce ile yaşam arasındaki derin çatlak” bugüne dek kimleri yuttu; değil mi?

Sömürgecilikler çağına geç adım attığı için eli boş ve yenilmiş olarak kendi topraklarına çekilen ve orada bile uzun süre rahat yüzü göremeyen Almanların,Doğuya ait kabiliyetlerinden emin olduğum için onları çok fazla irdelemeyeceğim; ama küçümsemeyeceğim de…

Lakin Fransa’nın doğuya ve Türklere karşı tarihi de, bakışı da ciddi sorunlarla doludur…

Fransa için temel dış politika şudur: “Fransa’nın dostları ve ötekiler…”

Bugün en fazla gürültü çıkaran ülkenin Fransa olduğu gerçeği, bize çok temel bir sözü hatırlatır: “En az güven veren dostlar genellikle en fazla gürültü çıkaranlardır…”

Fransa’nın dolayısıyla da Batı’nın hiç değişmeyen sömürge ruhunu, bir dersinde öğrencileriyle paylaşan ve yine bir Fransız olan tarihçiye, Sorel’e itiraf ettirerek klavye vuruşlarımı sonlandırmak isterim: “Gülmeyiniz, Batılı medeni milletlerin Doğuda izlediği politika böyledir: Türklerin, Hintlilerin, Çinlilerin vatanlarından bir parça koparılıp alınır, mal ve mülkleri yağmalanır, kendileri öldürülür ve yine de, ‘kızmayın, biz sizinle savaşmıyoruz, biz sizin en iyi dostlarınızız’ denir.”