Uzun zamandır seri halindeki yapımları takip etmiyordum. Hatta şöyle söyleyeyim, en son heyecanla takip ettiğim dizi Prison Break olmuştu. Ve fakat Fatih Mutlu’nun yok ‘The Missing’ şöyle güzel, ‘The Crown’un senaryosu böyle harika, Sherlock’u izlemeyenleri Ankara sınırlarına almıyoruz gibi yaptırımlarının ardından dayanamayıp dizi izlemeye başladım.

İlk olarak İngiltere Kraliçesi Elizabeth Alexandra Mary, nam-ı diğer II. Elizabeth’in tahta çıkışını ve hükümdarlığının ilk zamanlarını anlatan ‘The Crown’ dizisini izledim.

Hikayeye çok fazla girmeden kısaca diziden ne anladığımdan bahsedeyim. Zira sevgili Fatih Mutlu abimiz geçtiğimiz haftalarda “The Crown da Kanıtlıyor: Güzel Anlatıldığında Her Hikayeden Film Çıkar” başlıklı yazısında “Bütün bir The Crown hikayesinin öz cümlesi diyebileceğimiz, Kraliçe Mary’nin Elizabeth’e verdiği öğütte de bu durum ifade ediliyor: ‘(Kraliçe olmadan önceki “Elizabeth Mountbatten” ve tahta geçtikten sonraki “Kraliçe Elizabeth” adlarından yola çıkarak…) İki Elizabeth birbiriyle sürekli çatışma halinde olacak. Şu var ki, kazanan her zaman hükümdarlık olmalı’” diyerek dizinin röntgenini çekmişti.

Aslında diziyi izlemeye yazının bu bölümünü okuduktan sonra karar vermiştim. Ki doğru bir karar vermişim. Bizim ağzımızdan kolayca çıkan kelimeler ile eleştirdiğimiz siyasilerin -hele ki cumhurbaşkanı ve başbakan gibi üst düzeydekilerin- aile hayatlarının nasıl bir değişime/ dönüşüme uğradığı meselesi beni her zaman etkilemiştir.

Aşık olduğu kadının geçmişi yüzünden krallıktan istifa eden amcasının yerine Elizabeth’in babası tahta çıkmak zorunda kalır. Bu da dolaylı olarak Elizabeth’i tahtın/ tacın varisi haline getirmiş olur. Babasının vefatının ardından tahta çıkan Elizabeth, amcasıyla konuştuğu bir sahnede “Hala benden özür dilemedin” der. Amcası bunun nedenini sorduğunda ise, “Ben de normal, gözlerden uzak bir hayat yaşamak isterdim, lakin sen özgürlüğümü elimden aldın” mealinde bir açıklama yapar. İşte bu sahneler beni benden alıyor. Zira sıradan insanların imrenerek baktıkları ‘güç’ maalesef arka planında trajediler barındırıyor. Elizabeth’in kocası Edinburgh Dükü Prens Philip Mountbatten’in hali zaten içler acısı. Adam evdeki perdelerin nasıl olacağından başka hiçbir konuda yaptırıma sahip değil. Kraliçenin ise bu konuda yapabileceği hiçbir şey yok. Yani var ama her seferinde ‘hükümdarlığın menfaati’ni düşünerek almak zorunda kaldığı kararlar yüzünden anne, eş, kardeş ve evlat olma konularında ızdırap çekmeye devam ediyor.

Türkiye’de -özellikle son anayasa değişikliği oylamalarında- meclis özelinde ve başkanlık meselesinde yaşanan olaylara baktığımda maalesef ‘Türkiye’nin menfaati’ meselesinin çok ötelendiğini görüyorum. Tabii burada toplumun dindarlık/ laiklik üzerinden çok derin bir şekilde ayrıştırılmış olmasının etkisi çok büyük. ‘Dindarların Türkiye’sinin’ ve ‘laiklerin Türkiye’sinin’ menfaatleri örtüşmüyor maalesef. Çünkü iki kesimin de sırtını dayadığı değerler başka kaynaklardan besleniyor. Laikler çok daha materyalist bir bakış açısıyla yaşamayı/ yönetilmeyi arzularken dindarlar çok daha farklı bir yönetim arzuluyor. Yaşam konusunda laik ve dindar konusunda çok büyük ayrım olduğunu düşünmüyorum. Çünkü yaşadığımız çağ bu iki kesimin, hatta daha fazlasının bir arada yaşayabileceği bir şekle bürünmüş durumda. (Kimsenin kimseyi tanımadığı ama aynı anda yüzlerce farklı kimliğin bir arada olduğu AVM içerisindeki insanlara benzetiyorum bu durumu.)

Türkiye’nin menfaati meselesinin önemini görmek için anayasa değişikliği sürecinde AK Parti ve MHP’nin birlikte hareket etmesinin toplum üzerinde oluşturduğu olumlu havaya bakmak yeterli. Recep Tayyip Erdoğan’ın başkan olması için çalışan ama aynı zamanda Devlet Bahçeli’nin duruşunun/ söylemlerinin hayranı olan oldukça büyük bir kesim var. Bu tablo ‘Türkiye’nin menfaati’ meselesinin toplumun büyük bir kesimi için aynı yönde olabileceği izlenimini veriyor. CHP’nin sözcülüğünü yaptığı kesim her ne kadar bu durumdan hoşnut olmasa da ortaya çıkan sonucun onları da (istemeseler bile) memnun edeceğini düşünüyorum. Çünkü orada tartışmaların yaşam şekilleri üzerinden yürütülmesine rağmen ‘iktidarı kaybetmenin’ acısı yaşanıyor. Toplumun çoğunluğunu temsil etmemenin böyle bir çıktısı olacağını bilmek ve kabullenmek lazım zannımca. O zaman çok daha mutlu bir hayatları olacağını düşünüyorum. Bu durumun aynı zamanda ülkeye de faydalı olacağından şüphem yok.

Neden yazıyı bu kadar siyasi bir noktaya getirdiğime gelince; geçtiğimiz 1-2 hafta içerisinde izlediğim diğer dizinin, ‘Designated Survior’ın bizi çok daha yakından ilgilendiren bir meseleye değiniyor olması.

ABD Başkanı görev yapamaz hale gelirse (terör saldırısı, suikast vb.) yerine geçecekler Başkan Yardımcısı ve ABD Temsilciler Meclisi Başkanı’ndan başlayarak sırayla belirlenmiştir. 1981 yılında başlanılan bu uygulama Amerikan Başkanının yılda bir kez yaptığı ulusa sesleniş konuşması (State of the Union) veya başkanların göreve başlama gününde yapılan yemin töreni (Inauguration Day) gibi bu listedeki neredeyse herkesin bir arada olduğu durumlarda olası saldırılarda devletin başına geçecek kimse kalmaması durumunda başkan olması için güvenli bir yerde korunan kabine mensubu kişiye ‘Designated Survivor’ deniyor. (Atanmış hayatta kalan diyebiliriz herhalde.)

İsmini bu terimden alan dizi tam da böyle bir durumun gerçekleşmesini Beyaz Saray, asker, bürokratlar, siyasiler ve ABD halkının nasıl tepki vereceği konusunu işliyor. ABD’nin senaryolarda yaşadığı bu durumun neredeyse benzerini 15 Temmuz’da yaşamış insanlar olarak dizinin anlattığı meselenin ehemmiyetini kavrayabilirsiniz. Allah göstermesin ama 15 Temmuz gecesi meclisi savaş uçaklarıyla bombalayanların başarılı olmaları halinde 16 Temmuz ve takip edenler günlerde ülkenin nasıl bir kargaşa içerisinde olacağını tahmin etmek zor değil. Aynı şekilde insanların yaşayacağı travma da çok daha farklı boyutlarda olacaktı.

Peki, Türkiye’nin bu tarz olası saldırılar için gerçekten A-B-C planları var mı acaba? Mesela yukarıda bahsettiğim kabine mensubunun yanı sıra başka bir yerde muhalefetten birisinin de korunduğunu öğreniyorsunuz. O da ‘designated survivor’ olur da ölür/ öldürülürse diye korunmuş oluyor. 15 Temmuz’da teröristler başarılı olmuş olsaydı Cumhurbaşkanı veya Başbakan kim olurdu? Bunlar konusunda bir çalışma var mı diye araştıracağım ama çok fazla bir tedbir alındığını düşünmüyorum. Halihazırdaki yönetim sistemimizde olsa olsa ya Anayasa Mahkemesi Başkanı ya da HSYK başkanı falan geçiyordur herhalde. Ama doğru olanı bilmek ve ilkokuldan başlayarak derslerde öğretmek gerektiğini düşünüyorum.

‘Designated Survivor’ görünen konusunun yanında ABD’nin içerisindeki paralel devleti anlatıyor aslında. Hani bizim ilk başlarda inanamadığımız Ergenekon davasında üretilen sahte delillerden, 17-25 Aralık’ta yaşananlar ve nihayetinde 15 Temmuz’da neredeyse Hollywood senaryolarından fırlamışçasına gerçekleştirilenleri daha iyi anlamak/ algılamak için harika bir dizi.

Dizinin as oyuncu kadrosu Kiefer Sutherland, Natascha McElhone, Adan Canto, Italia Ricci, LaMonica Garrett, Tanner Buchanan, Kal Penn ve Maggie Q’dan oluşuyor. Designated Survivor’u canlandıran Kiefer Sutherland’i dizileri yakından takip edenler 24 dizisinden hatırlayacaktır.

Bu arada bahsettiğimiz diziler birer Netflix yapımı. Biraz reklam olacak ama benim gibi TV başında 2-3 saat boyunca sündürülmüş dizilere katlanamayanlar için Netflix gibi platformlar ilaç gibi geliyor. Altyazı, görüntü kalitesi, kesilme vs. problemi yaşamadan güzel güzel dizi ve film izleyebildiğimiz bu platformlar çok yakında hayatımızda daha fazla yer alacak.

Bugün Türkiye’nin online dizi/ film platformu olan BluTV’de yayına başlayan Masum dizisi ise bu anlamda yeni bir ‘yerli’ akımı başlatabilecek mi göreceğiz. Benim gönlüm başlamasından yana çünkü TV’lerdeki özetleriyle birlikte toplamda 2-3 saati bulan dizilerin çilesinden bir an önce kurtulmamız lazım. Yoksa uzun uzun ağlayanlardan, ağır çekimde koşturanlardan kısa ama kaliteli yapımlara geçemeyeceğiz. Netice-i kelam: The Crown ve Designated Survivor’u tüm siyasetçilere tavsiye ediyorum. Türkiye’nin menfaati bunu da gerektiriyor.