Şimdi şöyle oluyor:

Köşe başlarında bekleyen birtakım insanlar var. Bunların görevi, birinin ayağı takılıp düşse de başına üşüşsek. “Lü lü lü lü” yaparak etrafında Kızılderili dansı yapsak. Nasıl da düştün amma deyip bir tekme de biz vursak…

Böyle bir ruh hali içinde sabırla beklerler.

Böyle insanların sayısı hiç de az değil…

Başına gelmiş bir meseleden dolayı çekiminde olan insanların haline tavrına baktığında bunu çok iyi görürsün. Taş yerinde ağırdır. Özağırlığın/özgül ağırlığın doğrudan bulunduğun makamla ilgilidir. Hele bir düş koltuktan… Ya da in… Ağırlık-mağırlık kalmaz. Adam bile sayılmazsın. Düşüncen, tavrın, adamlığın filan… Hiçbir anlamı kalmaz. Çünkü artık sen ‘sen’ değilsindir. Dönüşüm kutusundaki yerini almışsındır çoktan…

Aslında bu bir yanılsamadır. “Ne için yaşıyorsun?” sorusuna muhatap isen, bütün bunların hiçbir kıymeti yoktur aslında. Olmamalıdır. Ama ah şu çevre… Ah, mahalle baskısı…

Başka bir fotoğraf karesine bakalım:

Çok sık yaşıyoruz bu örnekleri. Bir tarafta hak ve adalet için kelleyi koltuğa almış, canhıraş halde değerlerine sarılmış ve onların yaşatılması için mücadele edenler…

Diğer tarafta bu insanlar ne yaparsa yapsın hep kötü, hep gerici, hep “vurun abalıya” korosu…

Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Selman Öğüt’e son birkaç gündür yaşatılan tam da böyle iki alçaklık örneği…

Cahil ve hadsiz bir vandal güruhun saldırısına maruz kalan Öğüt’e sahip çıkıp çıkmama meselesi ayrı bir konu. Fakat ortada bir saçmalık var. Eline kılıcı alıp hocanın kafasını uçurmak için birbiriyle yarışanlar…

Söylediklerini anlayamayacak derecede çapsız gazeteci bozuntularının ifrazatlarına itibar edenler…

Ama can acıtıcı olan…

Selman Öğüt’ün kim olduğunu…

Hangi düşünceyi temsil ettiğini…

Aslında ne söylediği veya ne söylemek istediğini bilenlerce bile yalnız bırakılması…

Az gidip uz gidiyoruz. Dere tepe düz gidiyoruz. Arkamıza baktığımızda ne görelim; bir arpa boyu yol gidiyoruz… Yani dertlerden ders almadan yürüyoruz.

Bu işin siyasetle filan ilgisi yok. Her kim aynı duruma düşse ona da aynı içtenlik ve hakkaniyetle sahip çıkmak boynumuzun borcu.

Bir konuyu açık ve net söyleyeyim:

Burada ‘dert piyasası’ oluşturmak gibi bir niyetim yok. Bu torbayı açarsak içinden neler çıkar neler… Fakat derdi olan insanlara karşı yürütülen itibar cellatlığı konusunda daha duyarlı olmak zorundayız. Bu her şeyden önce asgari insanlık vazifemizdir.

İfrit hiç durmadan çalışıyor. İşi bu. İç dünyası zifiri karanlık olanlar onun en büyük yardımcısı…

Ama unutmamalı: “Allah, imhal eder lakin ihmal etmez. Vakti gelince kimini Firavun gibi denizde boğar, kimine ise Nemrut gibi sinekleri musallat eder. Bazen de zalimi zalime musallat eder…”

Bilmem anlatabildim mi?