Çok güzel kavramlarımız vardı. “Beytül mal” kavramı özellikle kamu adına yetki kullanan kişiler için tam bir ikaz niteliğindeydi. Ya da “kul hakkı” kavramı tüm insanlar için asla tevessül edilmemesi gereken, yanına bile yaklaşılmaması gereken mayınlı tarlaydı. Hz. Ömer’in adaleti anlatılırken kamu işlerinde devletin mumunu, kendi işlerinde şahsi mumunu kullandığı anlatıldı asırlarca.

Türkiye, 20 yılda çok önemli gelişim merhalelerini geride bıraktı. İnsanlar köylerden şehirlere akın etti. Her şehir üç dört misliyle yeni kimlikler kazanmaya başladı. Şehirlerin kenarlarındaki bağlar, bahçeler, tarlalar yeni şehirlerle mücehhez alanlara dönüştü. Azlar çok oldu, dağlar evlere dönüştü, bağlar gecekondularla doldu taştı.

Kaybedilen keşke sadece bağlar, bahçeler, tarlalar olsaydı. Gelişen teknik imkânlarla yeni yaşam alanları, parklar, bahçeler, ormanlar elde edilebilir. Kaldı ki bu anlamda çok önemli gelişmeleri de birlikte yaşıyor 83 milyon.

Fakat hiçbir teknolojik gelişmenin tamir edemeyeceği, tedavi edemeyeceği büyük bozulma ve hastalık, hak ve adalet noktasında oluşmuş durumdadır. İster kamu alanında olsun ister özel ya da özerk alanlarda olsun yetki kullanan, imkânların harcanması noktasında tasarruf sahibi olan insanlar hak ve adalet noktasında göstermesi gereken hassasiyetleri gösterememektedir. Hatta yaptığı usulsüzlükleri İslami ya da insani bir fetvaya dayandırmaktadır bu insanlar. Kendilerince vicdanlarını rahatlatmaktadır.

Bir kurumda yönetici pozisyonunda olan bir kişi konumunu kullanarak işgal ettiği pozisyonu kendi ailesi, damadı, gelini, hısımı, akrabası için ayrıcalığa dönüştürüyorsa burada çok büyük bir hak gaspı ve adaletsizlik var demektir. Kur’an-ı Kerim’de “Yakın akrabaya yardım edin.” emri bulunmaktadır. Fakat bu emir yakın akrabanıza torpil geçin, başkalarının hakkını gasp ederek yakınlarınıza, tanıdıklarınıza, çıkar ilişkinizin olduğu kişilere peşkeş çekin olarak uygulanırsa burada bu yetkiyi kullanan için çok ama çok büyük bir kul hakkı sorumluluğu ortaya çıkmaktadır.

Bir baba çocuklarının aç olduğunu haykıra haykıra kendisini ateşe veriyorsa o şehirdeki etkili ve yetkili olan herkesin vicdanını ateşe vermiş demektir. Ölen sadece çaresiz bir baba değil, şehirdeki yoksul, çaresiz, yardıma muhtaç insanları arayıp bulmakla yükümlü tüm zevatın insanlığıdır. Tebdili kıyafetle gece sokaklarda dolaşan şehreminleri artık sosyal medya mücahidi olmuş durumda.

Anadolu bir birlikteliğin, kardeşliğin, beraberce mücadelenin adıdır. Anadolu’nun imkânları liyakat esasına göre herkese adil dağıtılmazsa bahsedilen kardeşlik iklimi zarar görür. Devlet ve millet tehlikeye düştüğünde referansla, torpille, suistimalle bir yerlere gelen insanlar daha mı fazla mücadele edecek? Hiç sanmam.

Belediyeler, vakıflar, dernekler, kamu kuruluşları, ya da özerk iştirakler neticede bu ülkede yaşayan herkesin hakkının olduğu kurumlardır. Bu kurumlarda yetki kullanan kişilerin babalarından miras özel mülkler değildir. “Kenar-ı Dicle’de Bir Kurt Aşırsa Koyunu, Gelir de Adl-i İlahi Sorar Ömer’den Onu” anlayışının tekrar hayatımıza girmesi gerekmektedir.

Rahmet zahmet dengesinin sağlanamadığı toplumlarda kırılmalar, küsmeler, nifak en nihayetinde kargaşa ortaya çıkar. Devlet babadır, anadır, evlatları arasında bilerek isteyerek adaletsizlik yapmaz. Kurumları idare edenler bu görevin kendileri için bir imtihan olduğunu düşünmeli, karar verirken mahşerdeki korkunç günü gözlerinin önünden ırak etmemeleri gerektiğinin farkında olmalılar. Şehirlerde açlıktan kendilerini yakanlar varsa öncelikli sorumlular asıl görevleri bu insanları bulup tedbirler almak olan zevattır sonra da tüm toplumdur.

Kul hakkı, beytül mal, adalet, hak, hakkaniyet, liyakat, vicdan, doğruluk, dürüstlük, görev gibi kelimeler hayatımızın anahtar kelimeleri olmalıdır. Vesselam…