Türkiye’de üniversitelerin, güya modernizm ve Batılı değerlerin taşıyıcısı ve temsilcisi olarak toplumun önüne konulduğu günden beri, üniversiteler ile toplumun mevcut dinamikleri arasında süregelen bir gerilim kendisini her zaman hissettirmiş ve toplumla kucaklaşma sağlanamamıştı.

‘Fildişi kule’lerine çekilmiş, erişilmesi güç ve çoğu zaman “kerameti kendinden menkul” bir ‘ilmiye sınıfı’ ile onun karşısında çok aşağıda bir yerlerde konumlandırılan cahil halk/`kara budun` yaklaşımı, gerçeği yansıtmaktan oldukça uzaktı. Çünkü ne halk zannedildiği gibi tamamen cahildi, ne de akademiya/intelijansiya (veya ‘ilmiye’) “fildişi kuleler hak eden mertebedeydi. Bunu günün birinde hak etseler bile gerçek bilim adamlarından ancak ve ancak tevazu beklenmez miydi?

Halk bütünüyle cahil değildi; çünkü halk bilgeliği, halk irfanı, sözlü kültür, hayat tecrübesi, mesleki birikim ve aileler kanalıyla tevarüs edilen gelenekle birey ve millet hafızasının taşıyageldiği miras bakımından ciddi bir derinliğe sahipti. Halkı aşağılarda bir yerde görmek bilim adamı ve yönetici sınıfa, “toplum mühendisliği” araçlarıyla topluma şekil verme hakkı tanıdığı gibi bir kabule dayandığından sadece hatalı değildi, aynı zamanda başarısız olmaya da mahkûmdu.

Modern Türkiye`nin `İlmiye` sınıfı, yeniden kurulan devletin geçirdiği süreç içerisinde bir rekabet ihtiyacı ve fırsat eşitliği gözetilmeksizin oluşturulmuştu. Bu sebeple, 1940’ların Türkiye’sinde üniversiteler, sadece seçkin ve elitist sosyal tabakaların/ailelerin akademisyen olarak erişebildiği ve konumlanabildiği adresler oldu. Böylece, halkın çocuklarına da fırsat vermek yerine, halkı dönüştürecek ve şayet olmazsa onu sistem dışarısında tutacak kurumlar oldular. Büyük şehirlerden ayrıcalıklı imkânlardan, özel süreç/süzgeçlerden gelen belirli sınıfların varlıklarını sürdürebildikleri bu mekânların, halkın çocuklarına açılması ancak 1980’ler sonrasına denk gelir ki bu da ağır bir seyirle olmuştur.

Hatırlatmak gerekirse, o dönemlerde lise mezunu olmak bile çok önemliydi ve insanların küçük memuriyetlerde kendilerine yer tutabilmeleri bile başlı başına bir başarı olarak görülürdü. Üniversitenin oluşturduğu bu “kapalı devre” alanlar ise, dışarıda bırakılanlar, daha doğrusu “dışlananlar” için kendilerinin giremeyecekleri, girseler bile tutunamayacakları/asla barındırılmayacakları yerler olarak düşünülürdü. Hatta dışlanan kitle bu durumu kabullenmiş gibiydi.

1980’ler sonrasında dışarıya açılan ve her alanda ölçekleri büyüyen Türkiye’de, farklı ideolojik geçmiş ya da sosyal sınıflardan insanların, ülkenin seçkin kurum ve makamları sayılan üniversitelerde yer edinmeye çalışmaları kaçınılmazdı. Nitekim böyle de oldu.

Cemil Meriç’in Türkiye’deki sağ ve sol kavramlarını “deli gömlekleri” olarak ifade eden yaklaşımını kabul eden birisi olarak, bu noktada başka terimlerimiz olmadığından mecburen “sağ ve sol” kavramlarını kullanarak devam edelim:

Üniversitelerde oluşmuş olan bu kapalı devre ağı ilk kez delenler, felsefe, sosyoloji, sanat tarihi, hukuk gibi alanlarda kendilerine yer bulabilen `sol görüş`lü akademisyenler oldu. Sol’un zamanla kendi tekelini kurabildiği alanlarda kendinden öncekilerin, yani haleflerinin tutumlarından hiç de farklı davranmadığı; paylaşımcı olmadığı ve diğerlerine geçit vermediği, bunu ideolojik bir fırsat olarak gördüğü kısa sürede ortaya çıktı. Aslında bu, Sol’a münhasır bir tavır değildi ve zaman içinde bu tavrın, coğrafyanın genel sosyo-psikolojisi ile ilgili olduğunu görecektik.

Büyük mücadelelerle kendilerine yer açabilenler, mutlaka sabık bir dönem (devr-i sabık) oluşturarak, öncekilerde eleştirdikleri ne varsa onları yapmadan edemiyorlardı bu coğrafyada… Üniversitelerde de durum böyle oldu. Seçkinci haleflerinden farklı olarak Sol, öğrenci tabanına da sahip olan aktif gücüyle sadece, kendince ciddi bir mevzi kazanmış oldu, o kadar.

1980`lerden sonra akademide, Sağ’ın veya geniş anlamda milliyetçi/muhafazakâr/dindar kesimin Edebiyat, Tarih, İlahiyat, Türkoloji, Dilbilim gibi alanlardan başlayarak yavaş yavaş yer tutmaya başladığını ve bu değişime kendilerini üniversitelerin ilk sahibi görenler ile üniversitelere sonradan hâkim olan “Sol”un aynı şekilde ve aynı kriterlerle karşı çıkması yaşanıyordu.

1990`ların ikinci yarısından itibaren başka bir kırılma daha yaşanmaya başlanmıştı. Yaşananlar, o günlerde `cemaat` olarak adlandırılan malum şebeke yapısının üniversitelerde hızla hâkimiyeti ele geçirmesi ve hiçbir üniversitede, fakülte ve bölümde başkalarına söz ve hayat hakkı tanımadan hızlı ve hormonlu bir yükseliş göstermesi şeklinde özetlenebilir.

Kısacası, Türkiye’de yaşanan bu üç kademeli el değiştirmeden hiçbiri; üniversiteleri devlet ve milletin ortak çıkarları çevresinde kenetlenen, evrensel, “bilimsel bilgi” üreten, ama bir yandan da halkın değerleriyle savaşmayan kurumlar haline getirme amacını taşımıyordu. İlk ikisi ideolojik, üçüncüsü ise pragmatik bir grup bencilliği içinde, “seçilmişlik” hayali ve dış bağlantılarından cesaret alan şımarıklık ve pervasızlıklarıyla, hiçbir akademik kaygı taşımadan üniversiteleri “karargah” mantığıyla işletmeye çalıştı.

Burada asıl mesele, Türkiye’de herkesin ortak talebi olan, daha iyi bir Türkiye için üniversitelerin ülkemize ve topluma ne katabileceği olduğu hususunun her zaman göz ardı edilmiş olmasıydı.

Hâlbuki Üniversiteye kimin hâkim olduğundan çok, dünyadaki bütün başarılı örneklerde olduğu gibi, rekabetçi bir ortam içinde yarışma, üretme, verimlilik ve sosyal katkıyı hesaba katan bir anlayışla üniversitelerin yeniden dizaynı ve yeniden örgütlenmesi üzerinde kafa yorulmalıydı. Bugün de en temel ihtiyaç budur.

Gelecek yazıda devam edeceğiz…