Malum medya Kılıçdaroğlu ve Demirtaş’ın ardından Akşener’i parlatıp cilalama dönemini açmış. ABD, Reza Zarrab üzerinden Türkiye’yi uluslararası camiada köşeye sıkıştırıp, hareket alanını kısıtlamaya ve Türkiye’yi yalnızlaştırmaya çalışıyor. İçerde Kılıçdaroğlu, ABD’nin başlattığı operasyonla eş zamanlı olarak ardı ardına iftiralar sıralayıp, dünya üzerinde ne kadar düşman varsa ekmeğine yağ sürmeye çalışıyor ama ne Abdullah Gül’den ne de Ahmet Davutoğlu’ndan “ses” çıkmıyor.

Sizce de bu sessizlik dikkat çekici değil mi?

Dante’nin Cehennem’imde çok sevdiğim bir kısım vardır. Alighieri, “Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlar için ayrılmıştır” der. Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı’nın verildiği yıllardan beri hiç bu kadar buhranlı dönemler yaşamamıştı. 2012 yılında, Gezi Olaylarıyla başlayan süreç bitmedi hala akın akın geliyorlar, hükümeti yıkmaya, Erdoğan’ı oradan alıp “emir eli” atamaya çalışıyorlar.

Açık konuşmak gerekirse, bu dönemde Erdoğan’ı yalnız bırakmak davaya, yıllardır süren mücadeleye, verilen emeklere, kazanılmış haklara, elde edilmiş başarılara, yürünmüş yollara, konulmuş hedeflere, çıkılan yola, varılan noktaya, Türkiye’nin geleceğine ihanettir.

Bilmiyorum bazıları 1980’leri, 90’ları ve 2000’lerin başını mı özledi. Ordunun canı sıkıldığında vasıfsız bir subayın bile darbe yaptığı, postalların sokaklara indiği, paletlerin kaldırım taşlarını ezdiği, sahur zamanlarında ışığı yanan evlere bakılıp kim oruç tutuyor diye listelerin hazırlanıp fişlenildiği, başı örtülü kadının oğlunun TSK’ya alınmadığı, başı örtülü öğrencilerin üniversite kapılarında başını açmadığı için bekletildiği, hatta dövüldüğü; üniversitede birinci olan başı örtülüye ödül vermeyip, başı açık birine ödülün verildiği, her yerde inançlı insanın ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü günlerimi istiyorsunuz tekrar?

Kimse kusura bakmasın bu günler, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Davutoğlu Başbakan yapıldığı için aşılmadı. Bu günlerin geride bırakan şey, Allah’ın yardımı, Erdoğan’ın çabasıdır. Bugün kimse onun sağladığı refah ortamdan faydalanıp, yolu açanın yolunu kesmeye çalışmasın. Şunu herkes iyi biliyor ki, Erdoğan olmazsa AK Parti’de, yeni oluşturmayı planladıkları bir oluşum varsa o da beyhudedir.

*

Reza Zarrab davasının tiyatro olduğunu, tek dertlerinin Türkiye’yi tekrar 2000’lerin başı ve öncesi gibi ABD’nin her ne olursa olsun menfaatlerini savunan, Orta Doğu’da ABD’nin ve İsrail’in arkasını kollayan bir ülke yapma projesinin son vücut bulmuş hali olduğunu az çok düşünme yetisine sahip herkes görebiliyordur.

Peki, bu dönemde nasıl davranılmalı?

FETÖ, 17-25 Aralık operasyonlarında bugünlerde de görüldüğü gibi var olan usulsüzlüklerin üzerinden gidip, var olmayan şeyleri de gerçekmiş gibi yansıtmaya ve bunun üzerinden sonuç almaya çalıştı hep. FETÖ’nün içerideki muhbiri, Fuat Avni’de bu yöntemi kullanıyordu. Edindiği gerçek bilgileri sunuyor, bunlar gerçekleşince kamuoyundan kazandığı güvenle yalan yanlış bilgilerini servis ediyordu.

Şundan hiç şüphem yok ki, ABD’de görülen Zarrab davası da bir FETÖ projesidir ve aynı taktik uygulanıyor. Hâkimin davayı kasıtlı olarak, Erdoğan’ın tekeline yönlendirmeye çalışmasının sebebi de bu aslında. Peki, FETÖ’nün bu taktiğine rağmen, ABD’deki davada isimleri sık sık geçen Zafer Çağlayan ve Süleyman Aslan’a karşı sessiz mi kalınacak? Aldıkları rüşvet varsa –ki bana göre kesinlikle var- yanlarına kar mı kalacak?

İşte kamuoyunun vicdanını rahatsız eden kısım burasıdır. Her ne kadar ABD bir tiyatro kurup, istediği senaryoyu oynatsa da gerçeklerin pay sahibi olduğu bu tiyatroda, İran’a uygulanan ambargo Türkiye’yi hiçbir şekilde bağlamayıp bunun delinmesini suç olarak kabul etmesek de, devlet kadrolarında kendilerine görev verilen kişilerin görevi kötüye kullanıp, cebini doldurmasını da doğru bulmuyorum ve cezalandırılması gerektiğini düşünüyorum.