Türkiye’nin en uzun kara sınırlarına sahip olduğu komşusu Suriye ile ilişkilerinde, savaşın başlamasından bu yana artık yeni ve farklı bir aşamaya geçiliyor. Bu defa, “Zeytin Dalı Harekâtı” veya “Fırat Kalkanı” gibi nispeten sınırlı bir bölge üzerinden değil, Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzatılmaya çalışılan “terör koridoru”nun önlenmesine yönelik yüzlerce kilometre uzunluğunda ve 30 km. eninde bir “barış koridoru” kurma girişimine şahit oluyoruz.

Türkiye’nin savaşın neredeyse en başından beri güney sınırlarını korumak üzere talep ettiği güvenlik koridoru, sürekli olarak oyalama taktikleri ve hasmâne tutumlar bazen de dostane açıklamalarla tutarsız bir şekilde geçiştirilmeye çalışıldı.

Uluslararası hukuk açısından her ülkenin sınır içi ve sınır ötesi güvenliğini sağlamak üzere meşru müdafaa hakkı kapsamında güç kullanabilmesi geçerli bir hak olarak kabul edilir.

Bununla birlikte, biliriz ki Türkiye söz konusu olduğunda dünyadan kınama mesajları ve ambargo tehditleri her zaman ardı ardına sıralanır. Kendi sınırlarından on binlerce kilometre uzakta operasyon yapan ülkeler, Türkiye’nin kendi sınırlarına yapılan saldırılara karşı meşru müdafaa hakkını kullanmasını ve “güvenlik koridoru” oluşturmaya çalışmasını işgal olarak adlandırıyorlar.

Bundan dört ay önce15 Haziran 2019 tarihinde “Ortadoğu’dan Doğu Akdeniz’e krizler bizi nereye sürüyor?” başlıklı yazımda da dile getirdiğim gibi Suriye krizinde yaşananlar yine birkaç yıldır ifade ettiğim gibi, Esed rejimi Rusya ve İran’ı bölgede davetli müttefikleri olarak adlandırmakta ve son dönemlerde açıkça dillendirildiği gibi bölgede “davetsiz” ve “işgalci” tek güç olarak Türkiye’nin gösterildiği bir noktaya doğru itiyor. …Türkiye’nin güvenlik ile ilgili haklı kaygılarını dikkate almayan Rusya’dan ABD’ye; Suudiler’den, Avrupa Birliği’ne kadar bütün küresel ve bölgesel güçler aslında açıklanmamış bir konsensüsle Türkiye’nin Suriye’de varlığına karşılar. 

Bir hatırlatma yapmak gerekirse, bugün Suriye’de Rusya, İran, ABD aktif olarak yer alıyor. Bunlar hakkında “işgalci” sözünü kullanmayanlar bugün Türkiye’yi “işgalci” olarak adlandırıyorlar.

Yine aynı yazının son cümlelerinde diğer birçok yazımla da dikkat çekmeye çalıştığım ve hayati bir konu olarak gördüğüm üretim ekonomisiyle  “Türkiye’nin en başta kendi sınırları içerisinde ve sonra da uluslararası hukukun çizdiği çerçevede bütün sınır dışı alanlarda haklarını azami ölçüde koruyacak bir üretim ekonomisi kurması, Türkiye’nin diğer problemlerini de ilgilendiren en temel “Beka” meselesidir.”

Yazımda ifade ettiğim gibi Türkiye’yi bölgede tek işgalci devlet olarak gösterecek; Kıbrıs’tan sonra ikinci bir işgal alanı açmış olan devlet olarak dünyaya lanse edip yalnızlaştırma ve ambargolarla zayıflatarak istikrarsız hale getirme girişimleri denenebilir.

Diğer bir konu ise dış baskıya karşı güçlü durmanın güçlü ekonomiden ve yeterlilikten geçtiğidir. Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Türkiye’ye Libya ve Pakistan dışında bütün dünyanın ambargo uygulaması yıkıcı sonuçlarıyla birlikte Türkiye ekonomisinde milli kalkınma modeli ve yerli üretim konularını ülkenin gündemine getirmiş ve belirli girişimler yapılmış idi.

Türkiye’nin telekomünikasyondan tarıma ve ağır sanayiden bilişim sektörüne kadar her konuda kendine yeterli ülke olmak için çalışması gerektiğini cep telefonu ve kendi otomobilini üretmedikçe bağımlılıktan kurtulamayacağını birçok diğer yazıda vurgulamıştım. Sadece ilaç ve iletişim ağları konusundaki dışa bağımlılık bile devletlerin gücünü ciddi şekilde kırar ve bu sebeple çoğunluğu yerli olan ancak dış dünyayla bağını koparmayan bir “üretim ekonomisi”ne geçişin yolları aranmalıdır. Açıkçası, ülkenin otoyollarında dolaşan araçların en az üçte biri yerli üretim olmadıkça, cep telefonlarının yine en az yarısı kendi üretimimiz olmadıkça güçlü ve sağlıklı bir ekonomi kurmuş olmayacağız.Tarım, ilaç, sanayi, iletişim, ulaşım ve savunma konularında alternatiflerin üretilerek yaygınlaştırılması ülkenin geleceği açısından hayati bir önem arz eden gerçek “beka meseleleri”…

Evet söz konusu Türkiye olduğunda dost düşman hayal âleminden sıyrıldığımızda net olarak ortaya çıkmış oluyor. Filistin’in “Türkiye’yi kınadığı” üzerinden odaklı bir haber sosyal medyada dolaştırılıyor. Filistin’in özel olarak kınadığı doğru değil; ama kınamadığı,  çekimser kaldığı veya şerh koyduğu gibi bir durum da ortada yok. Bu tür açıklamalarda ülkeler çekince veya diğer adıyla şerh koyarak karara katılmadıklarını veya muhalif olduklarını söyleyebilirler. Mesela 2015’te Türkiye’nin Kuzey Irak’ta yaptığı operasyonlarda Arap ligi Türkiye’yi kınarken Katar ligin içinde olmasına rağmen buna itiraz edip şerh koymuştu.

Arap liginin Türkiye veya herhangi Arap olmayan başka bir Müslüman ülke söz konusu olduğunda “inanç ortaklığı” temelinden çok, etnik temelde “Baasçı” refleksler göstermesi artık hiç de şaşırtmıyor. Esed rejimine karşı olan bazı Arap ülkelerinin bile Türkiye söz konusu olunca Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinden karşı çıkması, dinî, mezhebî veya zulüm dozajına bakılmaksızın “ırkdaşımın yanında olurum” veya “düşman olan amcaoğlumun düşmanına düşman olurum” şeklinde kabileci bir cahiliye refleksi izlenimi veriyor.

Kısacası, Türkiye bunun gibi olumsuz durumlarla karşılaşırken problemlerin üstesinden gelebilmek için kendi sınırlarını ve iç güvenliğini korumak;  ekonomik açıdan ise dışa bağımlılığını azaltmak üzere “üretim ekonomisi”ni merkeze alan yeni bir hamleyi daha başlatmak zorundadır.