İnsan bir şeyleri kaybedince garip bir boşluk oluyormuş içinde. Bunu en son dedem vefat ettiğinde hissetmiştim. Ölmüştü ama yok gibi değildi. Ama var de değildi. İstediğim zaman gidemiyor, göremiyor ve elini öpemiyordum. Nasıl ki babası ölen çocuklara “yetim” deniyorsa dedesi ölenlere de bir isim bulunması gerektiğini o zaman anladım ben.

Çok ağrıma gitmişti o zaman dedemi toprağın altına koyup da gerisin geri öylece dönmek. Birkaç zaman kabullenemedim bunu. Ama sonra sonra alıştım galiba. Unutmadım sadece bu ağır yükü taşımak normal oldu. Hafiflemedi yani.

Şimdi de benzer hisler var içimde. Perşembe gecesi Şeref abinin “Babam Hakk’ın rahmetine kavuştu” mesajını alıp da hastaneye gittiğim an da ve sonrasında da çok bir şey hissedemedim aslında. Ama ertesi gün cenaze namazı kılınıp toprağa verilince bir şeylerin, benden bir şeylerin, içimden bir şeylerin de oraya gömüldüğünü hissettim.

O günden beri içimde garip bir boşluk var. Tuhaf bir eksiklik hissediyorum. Yavuz Bahadıroğlu akrabam değildi, akranım değildi. “Peki neyimdi de bu kadar eksikliğini hissediyorum?” diye soruyorum kendime. Arkadaşımdı benim. Aramızda bir ömür kadar yaş farkı olsa da arkadaşımdı. Her halinden çok fazla şey öğrendim. Beraber yollara gittik, beraber yedik, beraber yürüdük, güldük ve hatta ağladık. Garip, pek çok insanın dışarıdan gördüğü o sertliğin altında ne kadar naifti. Belli etmezdi ama bazı şeylere çok üzülürdü. Onun kadar kendini vazifesine adayan birini ben görmedim. Herhangi bir yere gideceğimizde gece saat üç-beş kaç olursa olsun bir kez beklettiğini görmedim. Ceketini giymiş, boynuna fularını takmış kapının önünde beklerdi. Hep hazırdı. Her şeye hazır…

Bazen ben yorulurdum şehir şehir gezmekten. “Abi biraz azaltsan, dinlensen” dediğimde “durursam ölürüm” demişti. Hiç durmadı. Son anına kadar çalıştı. Biraz arayı açsam uğramasam yanına “Fatiiih” diye arardı. Anlardım. Son seferlerden birinde “Ne getireyim abi gelirken?” diye sormuştum. “Nuriye, sütlü nuriye” demişti. Bulamamıştım. Yenge hanıma seslenir “Fatma Hanım Fatih geliyor, ekmek alsın mı?” diye sorardı gideceğim zamanlar.

Meğer ne özel zamanlarmış.

“Kimdi Yavuz Bahadıroğlu?” sorusuna cevap vermek için çok fazla şey yazdılar. Bilenler onlarca hatıra anlattı, söyledi, yâd etti, dua etti. Bana sorsalar birçok şey söylerim ama sonu hep şöyle biter Yavuz Bahadıroğlu delikanlı adamdı.

Yirmili yaşlarımın başında henüz yeni birkaç kitap yazmışken bütün bir cesaretle kapısına vurup da içeri başımı uzattığım o gün “gel içeri” demişti ve ben o içeriden dışarı hiç çıkmadım. Çıkarsam eksik kalırdım, çıkarsam yalnız kalırdım ve çıkarsam anlatamaz ve anlaşılamazdım. Ben hep sordum o hep söyledi. Yol açtı, yol gösterdi. Bir kez “of” demedi, “gitmem” demedi, “yoruldum” demedi.

Ben çocuktum, o bir devdi. Dimdik durdu ve dimdik gitti…

Âh Yavuz abi. Birine “rahmetli” demek ne kadar zormuş!

Mekânın cennet olsun…