Ne güzel kelimelerimiz vardı. Bizi sarıp sarmalar, onarır, yeni bir ruh haline tebdil eylerdi. İslam’ın manevi gıdasıyla boy vermiş bu bin yıllık kelimeler milyonlarca kez sınanmış tecrübelerden sonra bize ulaşmıştı. Heidegger’den çok önce Üstad Necip Fazıl dilin önemini şöyle vurgulamıştır: “Ben dilden daha büyük, dilden daha aziz, dilden daha gerçek, dilden daha müdafaalı bir vatan tanımıyorum.” Gelin görün ki masa başı cellâtları uyduruk kelimeleriyle geldiler ve o bin yıllık vatanımızı elimizden alıverdiler. Oysa kucağından bebeği alınıp ateşlere atılan bir ananın hissiyatıyla çırpınmamız gerekirdi. Kanayan ve acıyan yerlerimiz o kadar çoktu ki kayıp giden bu eşsiz vatanımıza yas bile tutamadık.

Pek çok gazete ve haber sitesi sıklıkla şu başlığı kullanıyor: Filanca kişi “hayatını kaybetti”. Bir Müslüman’ın vefat etmesi halinde verilecek taziye yakınlarına sabır dilemek şeklinde olmalıdır. Müslüman vefat ettiğinde hayatını kaybetmez. Bu bakımdan “hayatını kaybetti” cümlesi Batı’nın taziye kültürüne ait bir kavramdır. Çünkü kapitalist Batı anlayışına göre hakikat sadece bu dünya, bu hayattır. Ölüm onlar için bir hiçlik, belirsizlik, kayboluştur. Oysa İslam anlayışında ölümle gelen şey en büyük hakikattir. Hz. Mevlana’nın deyimiyle ölüm “Şeb-i Arûs”tur. Yani düğün gecesi, ebedi ve sonsuz âleme kavuşma, Yaradan’a olan hasretin sona erişidir. Biz Müslümanlar için hakiki âlem öte âlemdir. Bu âlem ise bir imtihan dünyası, bir geçiş menzili kısacası yalan dünyadır. İşte bu sebeple biz “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” ayetini dile getirmekle taziyenin en güzelini yerine getirmiş oluruz. Bunun dışında “Sabrı cemil niyaz ederim”, “Allah rahmet eylesin”, “Rabbim cennetinde ağırlasın” gibi cümleler de taziyenin doğasına uygun olanlardır. Ölen bir Müslüman için bizler “vefat etti”, “ebedi âleme göçtü”, “darı bekaya irtihal eyledi” deriz. Ölüm, imanla giden için bir kurtuluştur. Geride kalanlar için ise yeni bir imtihan. İşte bizler taziyeyi geride kalanları onaracak, imanlarını tahkim edecek, ebedi âlemin hakikatini hatırlatacak cümlelerle yapmak durumundayız.

Eskiden evden çıktığımızda karşılaştığımız insanlardan “Sabahı şerifleriniz hayr olsun” cümlesini duyardık. Bu cümle geleneksel selamlaşmamızda olduğu gibi hem bir dua hem de nezaket içerir. Şimdilerde bunun yerini “günaydın, tünaydın” gibi kelimeler aldı. Güzel bir şeyle karşılaşıldığında “Subhanallah, barekallah, maşallah” denirdi. Bunun yerini “muhteşem, harika, süper” gibi yavan kelimeler aldı. Allah’ın birer emaneti olarak görülen çocuklara birbirinden güzel isimler verilirdi. Evlatlar “mahdumum, kerîmem” diyerek tanıtılır; insanlar da “ismiyle yaşasın” diyerek hayırlardı. Erkekler hanımları için “refikam” derlerdi. Akşam olduğunda lambayı ve sobayı uyandırırdık. Selçuklu veya Osmanlı için yıkıldı/çöktü yerine “sükût etti” denirdi. Bir aileden şehit haberi geldiğinde “Allah şehadetini kabul eylesin” denilerek gıpta edilirdi. Eve gelen misafire “şeref verdiniz” denir misafir de“şeref bulduk” karşılığını verirdi. İkramları evin çocukları gerçekleştirir ve her seferinde misafir “berhudar ol evladım” cümlesiyle teşekkür ederdi. Kısacası günlük hayatın tamamında kullanılan kelimeler İslam’ın ebedi kuşatıcılığının bir yansımasıydı. Tevhid inancı bu kuşatıcılığın temelini oluştururdu.

Besmele ve hamdele tüm hayatımızın anahtarıydı. İnsanlar kendilerinden bahsederken “ben” demezlerdi. Bunun yerine “fakir” kelimesini kullanırlardı. İnsanın kemali tüm toplumun ortak amacıydı. Bu amaç dilde hayat bulur, toplum ilişkileri bu dille inşa edilirdi. Tüm ilişkilerde tevazu, iltifat, hilm, ihtiram ve şefkat esas alınırdı. İnsan başta ailesi, ahfadı, komşuları olmak üzere tüm çevresiyle barışıktı. Tüm canlılara ve tabiata Allah’ın lütfu gözüyle bakılır hiçbirinin hakkı zayi edilmezdi. İnsanlar “paran kadar değil, hayrın kadar konuş” dercesine tasadduka büyük önem verirlerdi. Eve gelen her misafir “bereket”ti. Hayat geçiciydi ve bu sebeple evlerin duvarlarına ‘Ya Malikül Mülk’ yazılırdı. Bu ‘Ey Allah’ım bütün mülk senindir. Ben kapının bir kölesiyim, her şey senden benim aslında hiç bir şeyim yok’ manasına gelirdi. Kapı tokmaklarına ise ‘Ya Fettah’ gibi kelimeler yazılırdı. Bunlar o eşsiz medeniyetimizden sadece birkaç misaldir. Bize unutturulana kadar bu kadim dil medeniyetimizin nişanesiydi. Bu dili günlük hayatımızda kullanmak nefis terbiyesini sağlar, çevreyle olan ilişkilerimizi ilmek ilmek örer, bizleri İslam dairesi içerisinde inşa ederdi. Toplumun asıl gücü de bu ortak medeniyet şuurundan gelirdi. Şimdi bu dili kaybettiğimiz gibi yerine konulan uyduruk kavramlarla kendi medeniyetimizden uzaklaştırıldık. Batı medeniyetinin dilini günlük hayatımıza taşımakla da farkına varmadan kendi özümüze, değerlerimize yabancılaştık ve sükûta büründük.