Bugünlerde ABD’nin yeni başkanı Biden’ın, İncil’e el basarak yemin etmesiyle yeniden gündeme gelen din-devlet ilişkileri üzerine tartışmaları uzaktan seyretmemek adına birkaç cümle yazmayı tercih ettim…

Çünkü “Çok kadim ve çok temel hatta en temel ilişkinin, gerilimin tarihi kodlarına ulaşmanın yegâne yolu din-devlet ilişkisinden geçmiştir” demek, belki de ihtiyat payı bırakmayı gerekli kılmayacak kadar kapsayıcı bir tanım sunabilir…

Genelden bağımsız olarak yakın tarihimizi mercek altına aldığımızda din-devlet ilişkisi ya da gerilimi çok netameli, çetrefilli hatta can yakıcı bir fotoğrafla karşımızda arz-ı endam eder…

Özellikle kendisini Laik-Kemalist olarak tanımlayanlar açısından, neredeyse yegâne olumsuz mana çağrıştıran din İslâm’dır, ne yazık ki…

İthal bir “icad”ın öğretisi olarak, bütün geri kalmışlığın vebalinin üzerine yüklendiği bir Din, onlar tarafından hep hor görüldü/görülüyor…

Bu sebeple din-devlet ilişkisini, geriliminindiğer semavî ve beşerî dinleri de içine alacak şekilde çok daha kapsayıcı bir perspektiften ele almanın, yerli ve yabancı İslâmofobiklerin ön yargılarını aşmalarına yardım edeceğini umuyorum; “Yine de ikna olmamaları, din-devlet ilişkisinin hakikatlerini asla değiştirmez” notunu eklemeyi de ihmal edemem…

Dinlerin var olma sebebi devletlere bağlı değildir; ama devletlerin var olmasının, güçlenmesinin, yaşamasının temelinde mutlaka dinler vardır…

Bu dinler-kendi dönemine ya da coğrafyasına göre- ya var olan semavî veya beşerî bir dindir ya da -özellikle aydınlanma sonrası modern çağda uluslaşmayla-devletlerin icat ettiği“din dışı” gibi göstermeye çalıştığı “siyasal din”lerdir; bir ağaç parçasından yapılmış olsabile totemleri dışarıda bırakamayız…

Yukarıda ifade ettiğim gibi adı ya da ifade edilme şekli ne olursa olsun, bir toplumu yönetmenin, onu geleceğe taşımanın, sonsuzluk bilinciyle motive etmenin tek yolu asla devletlerin fiziksel güçleri değildir; ona eşlik eden, manevi olanı temsil eden inançlar olmadan ayakta kalabilmiş bir devlet örneği yoktur…

Bir toplumu “tek bir insan(mış) gibi” hareket ettiren, uğruna yaptıkları dolayısıyla erişeceği onuru ona verebilecek olan şey ancak dindir ya da din kadar kuvvetli ülkü…

Türkiye’ye (Osmanlı) 1830’lar Fransa’sından bakan Tocqueville çok önemli bir öngörü ortaya koyarak, bugünkü savruluşumuzu o günlerden görmüştür; hem dinin bir devlet için ne ifade ettiğini, hem de dinden uzaklaşan Osmanlı elitinin, savruluşumuzdaki rolünü çok net ifadelerle anlatır…

İçinde adeta yabancı gibi yaşayan halkların da, bir devlet için asla olağanüstü bir çaba sarf etmeyeceğini anımsatır bize…

O devletleri kastederek, “Buna dikkat edelim. Göreceğiz ki din neredeyse her zaman hepsinin temel dürtüsüydü” diyerek toplumların muharrik gücünü dinde temellendiriyor…

Bu düşünceyi temellendirmek için verdiği örneklerden biri de aynen şöyle: “Türk halkları devasa girişimleri yerine getirmişlerdir, sultanlarının fethinde Muhammed’in dininin zaferini görmeyi çok istemişlerdir. Bugün din ortadan kalktı; onlara sadece despotizm kaldı: Böylelikle onlarda yok oluyor…”