Kanunun kendi kendine şiddet uygularsa…

Tam da “hukukî reform”lar üzerine konuşulurken meseleye, hiç bakılmadığını düşündüğüm bir pencere açmak isterim…

Keşke bir vatandaş ya da bir sosyolog olarak “Hukuka Giriş” düzeyinde aldığım veya bir tarihçi merakıyla okuduğum “Hukuk Tarihi” notlarının çok daha üzerinde bir Hukuk Usulü donanımıyla bu yazıyı yazabilseydim…

Belki bu mümkün olamayacak; ama işin ehli olanların affını da istirham ederek, her vatandaş gibi benim de duyarlılığımı artıran -özellikle son dönemlerde- şiddete dönük, vicdan yaralayıcı, çelişkili kararların, Hukuk Sosyolojisi açısından belirli bir analizini yapmayı deneyeceğim…

Şunu açık olarak ifade etmenin, yazının devamını daha açık hale getireceği açıktır: Öncelikle şiddete uğrayanları koruyacak olan yasaların kendisinin şiddetten kurtarılması gerekiyor…

Peki, bir yasa ya da kanun nasıl kendisi tarafından şiddete uğrar ve bu şiddeti kim uygular?

Bu sorunun cevabının çok boyutlu bir analiz gerektirdiğinin farkındayım; lakin mümkün olan en kestirme yoldan anlatmayı deneyeceğim…

Anayasamız ve yasalarımız, darbeciler tarafından çok fazlaca şiddet gördü; burası açık ama uzun bir mevzu…

Ben bugüne daha fazla yaklaşarak FETÖ eliyle 17-25 Aralık 2013’te, bütün yargıya yapılan topyekun şiddetti temele koyarak ilerleyeceğim…

O gün, yargıda yaşanan şiddetli türbülansın hâlâ dinmediğinin en büyük göstergesi, bizzat bazı kanun uygulayanların yaşattığı çelişkili ve vicdan yaralayıcı kararlardır…

Mensubu olduğu teşkilatı bu türbülanstan vicdanıyla kurtarma mücadelesi veren hâkim ve savcılarımızı tenzih etmek, bu yazının ve müellifinin onlara vefa borcudur…

Çünkü bir “Yargı Darbesi”ni püskürtüp, ülke olarak güvende olmamızın garantisi oldukları gibi, kendi teşkilatlarını da “çapulcu”lardan korumanın garantisi oldular; üstelik hâlâ bitmemiş bir mücadeleyle…

“Bitmemiş bir mücadele” diyorum, çünkü bugün bizim adalete olan inancımızı zedeleyerek; “Bu ülkede hukuk yok” dedirtmeye çalışan o “FETÖ ufantıları”yla, iç mücadeleleri hâlâ devam ediyor…

Çünkü vicdanlı, tarafsız ve bütün gücünü kanunlardan alan her yargıç ya da savcı şu gerçeği çok iyi bilir: “Bir yargıç bir yasayı uygulamayı reddettiği gün, o yasa ahlaki gücünün bir kısmını daha o anda kaybeder. Böylelikle adalete ulaşamadığı için zarar görenler de, yasaya itaat etme yükümlülüğünden kaçmanın bir yolunun olduğundan haberdar olurlar. Davalar gittikçe çoğalır ve yasa itibarıyla birlikte gücünü kaybeder…”

Yani yasanın uygulayıcıları, bizzat kendi elleriyle kendi güçlerine “şiddet” uygulamış olurlar ve adaletin keskin kılıcını, kötü niyetliler ya da kendi adaletini kendi eliyle aramayı seçenler lehine köreltmiş olurlar; mafya vari bir asiliğin önünü açmak istercesine…

Peki, bir yargıç kendi gücüne şiddet uygulayarak hem kendisini hem de mensubu olduğu teşkilatı güçsüz kılmak isteyebilir mi; mensubu olduğu, kendi çocuklarının geleceğini de bağladığı ve adına adalet dağıttığı bir toplumda, “adaletduygusu”nu çökerterek şiddeti ve güvensizliği körükleyebilir mi?

Elbette bu sorular, şahsen de tanıdığım, kararlarını milleti için ve adalet duygusunu güçlendirmek adına veren hâkim ve savcılarımız adına sorulduğunda, kabulü mümkün olmayan hatta “zül” addedilecek sorulardır…

O halde kendi gücünü feda etmek adına, ülkesini de “hukuktan yoksun” gösterme pahasına, yasaları uygulamayan ya da “keyfine göre” yorumlayan bir yargı mensubu, kime ve neye hizmet eder?

Bir devlet mekanizmasının temel kuvveti olan yargı hareketsizdir; kimsenin peşinden koşmaz; onu harekete geçiren şey, adalet arayanların başvurularıdır…

Hukukun hareketsizliği, onun her şeyin üstünde olma kudretinin de bir göstergesidir; bunu, suç işleyenleri ayağına çağırarak gösterir…

Adaleti dağıtarak da perçinlemiş olur…

Kararlarını sorgulatan ve bunu da sürekli hale getiren bir yargı, ne yazık ki saygınlığını kaybeder…

O zaman da yasama organı devreye girer ve yeni yasalar çıkarmak zorunda kalır; çünkü “sorgulanma”nın en ağır bedelini halkın önüne çıkan yasama ve yürütmenin mensupları öder…

Reformların umut olmasının yolu, kanunların doğru ve adil uygulanmasına bağlıdır; çünkü sürekli aşındırılan yasalar, bir noktadan sonra reformları da aşındırır ve hükümsüz yapar…