Zaman ilerledikçe, insan nüfusu çoğaldıkça olaylar da, iz sürmeyi kaybetmişler için adeta tarihin sayfalarında bir yığına dönüştü/dönüşüyor…

Keşke geçmiş, sırtımızdaki ağırlığı temsil eden bir “yığın” olarak değil de, “İyi tarihçinin zamanı ve milleti yoktur” diyen François Fénelon’un temennisindeki kadar tarafsız ve tahrip edilmemiş bir anlayışla kitaplara geçebilseydi…

Yine keşke tüm insanlık aynı müellifin, “Tüm savaşlar iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir” ifadesindeki şuurla, hilkatten bu yana gelebilseydi…

Ama bu hem mümkün olmadı hem de olamazdı; zira dünya insan için iyilikle kötülük arasında bir imtihan mekânıydı…

İyi ile kötü mücadelesinin kardeşler arasında başlattığı o ilk savaştan beri sayısız savaşta her iki tarafın da sayısız kayıpları oldu; hakikat şu ki, kıyamete kadar da olmaya devam edecek…

Kötünün “kötüyüm” demediği hatta “İyiliğin, huzurun, barışın teminatı benim” iddiasını yüksek bir perdeden dillendirdiği ve bunun için de çok ciddi teknolojik imkânlar kazandığı bir zaman da, iyilerin onur mücadelesi sonlanabilir mi?  

“Geçmiş ile kitaplara yazılan tarih aynı şey değildir” derken kastedilen, hem iyilerin hem de kötülerin sıkılıkla müracaat ederek, kendilerine uygun bir köstüm aradıkları ve bulmakta da hiç sıkıntı yaşamadıkları bir “gardrop” hükmündeki tarih değil mi?

Zaman ilerledikçe büyüyen ve içinde barındırdığı “köstüm” sayısını çoğaltan bu tarih gardrobu, usul bilmeyen ve geçmişi insaflı bir bakışla ele almayanlar için oldukça elverişli ve kamuflaj desteği sağlayan bir lojistik merkezine dönüştü…

Ataların miras bıraktığı gerçek kıyafetlerin arasına, çok ciddi uzmanların dahi ayırmakta zorlandığı hatta bazen kandığı sahte kostümler de ilave edilince tarih, başı sıkışanın müracaat edip, üzerine geçirdiği kostümle kendisini “akredite” ettiği bir istismar alanına dönüştü…

“Aslında biz tarihte” diye söze başlayan en ılımlısından en marjinaline kadar herkes, düşüncelerinin ve yaşam tarzının ne denli köklü olduğunu ima ederek şimdideki yerini, “tarih”ten aldığı destekle güçlendirmeye çalışıyor…

Geçmişe, doğru-yanlış, iyi-kötü terazisine vurmadan -tabi o da neye ve kime göre- yüklenen bu aşırı anlam, akıllara François Simiand’ın “köken putu” kavramsallaştırmasını getiriyor…

Bugünü anlamak ve gelecek için istikamet belirlemek için tarih ve geçmiş elbette önemlidir…

Fakat olması gerekenden fazla anlam yüklendiğinde, istismarcılar -derhal- onun sahtesini üretip kötü niyetli kullanıcılar için elverişli bir malzemeye dönüştürüyorlar…

İşte bugün konuşanların, tartışanların ortak bir hakikatte uzlaşmasını zorlaştıran, belki bazen imkânsız kılan şey işte bu, adeta herkesin “meşruiyet” kaynağı haline gelmiş tarihselcilik anlayışıdır…

Hakikatin tek olduğu ve ona da basit yollardan ulaşıldığı gerçeğini unutup, dolambaçlı yollara sapmış/saptırılmış insan, tıpkı Marc Bloch’un tarihçi için söylediği, “Tarihçi, daha fazla körleşmemek için sahip olduğu güçlü, çevik gözlerinin farkına varmalıdır” sözünü her zaman iyi hatırlamalıdır…

Evet, belgeler geçmişin ciddi tanıklarıdırlar; ama onlar da diğer tanıklar gibi soru sorulmadıkça pek konuşmaya niyetli değillerdir...

Geçmişin sokaklarında, istikametini bilen ayaklarla gezinirken ve çevik gözlerle etrafı izlerken rastladığımız tanıklara, doğru soruları sorabilmek ciddi bir birikim gerektiriyor…

John Tosh, “Tarihsel belgeler tıpkı bebek gibidir. Dilinden alamayana hiçbir şey söylemezler” sözüyle bu hakikati ne güzel ifade ediyor…

“Geçmişin ağırlığı”nı hafifletmek ve onu “bugünün ağrısı”na dönüşmekten kurtarmak, öncelikle istismarcıları ve onların ürettiği sahte kostümleri mükemmel analojilerle deşifre edebilmekten geçiyor…

Tarihi, “bayağılığın yaşam felsefesi” haline gelmekten kurtarabildiğimizde, belki geçmişimizi daha net görme imkânına kavuşabiliriz…

Aksi halde, aynı saftaymış gibi duranların bile farklı bir “geçmiş bilinci”yle atomize edildiği şimdi, bırakın diğerlerini, kardeşlerin kavgasını dahi körüklemeye oldukça azimli görünüyor…

“Geçmişin bilgi”siyle ilgili tasavvurumuzda bir düzenleme olmadığı takdirde, oluşan bu denli bir atomizasyon, korkarım ki devasa insanlığın “kendi büyüklüğü ile kendini tüketmesi” olacaktır…

İlliyet bağı kurulamayan hiçbir parça, bütüne ait değildir çünkü…