“Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yâr olursa, uzaktan görebiliriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek ne devlet… Bir bakanın odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını bir saniye üzerimize çekmek, ümit edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Ama hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyizdir. Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda. Sayısız zilletlere katlamaz. Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır, devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin vermeyiz. Filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası.”

Ruskin, Susam ve Zambaklar kitabında böyle der. Kitapların dünyası, o dünyaya giren için bir tutkudur. Emanet vermeyeceği tek eşyasıdır, uyanıkken gördüğü tek rüyadır okudukları. Farklı alemler, hayatlar, acılar, sevinçler… Robert Fulford, “Anlatı sanatı dedikodudan doğmuştur” der. Başkalarının hayatını, başkasından dinlemektir belki de edebiyat. Ancak neden gereklidir? Dedikodu uzak durulması gereken bir günahtır neticede? Edebiyatı, dedikodudan ne ayırır?

“Roman okumanın faydaları nedir” diye sorduğumuzda, “Dilimizi geliştireceği, bakış açımızı zenginleştireceği” gibi cevaplar duyarız. Roman, hayata tutulan bir aynadır. 1605 senesinde Don Kişot’u yazarak Cervantes, hayata ayna tutmanın farklı bir formunu sunmuştur insanlığa. İnsanı tanımak, insanın iç dünyasına inmektir roman. Hayatta yaşanabilecek farklı acıları tecrübe etmektir. Karşımızdaki insanın ne hissedebileceğini, ona nasıl yaklaşmamız gerektiğini; okuduğumuz bir romandaki bir karakterden anlayabiliriz çünkü o karakter, karşımızdaki insanı gösteren aynadır. Kurmaca ne kadar kurmacadır sorusunun da yanıtı bu yüzden kolay verilemez. Çalıkuşu Feride, Yüzbaşı Drago, Mai ve Siyah’taki Ahmet Cemil, Kuyucaklı Yusuf, Fatih Harbiye’nin Neriman’ı ne kadar uydurma kişiler olabilir ki? Sadece ana karakterler de değil. Raskolnikov’un kız kardeşi ve annesi her mahallede yaşamıyorlar mı? Kaptan Ahab’ın hırsı insanoğluna ne kadar uzaktır? Herkesin hayatında bir “Moby Dick” yok mudur peşine düştüğü? Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda yatan o hasta, hepimizin refakat ettiği hastamızdan ne kadar farklıdır? Veya tarih… Tarih kitaplarında ansiklopedik bilgileri okurken sıkılanlar; Üç İstanbul’da, Kurt Kanunu’nda, Panaroma’da bizzat tarihin o günlerine gitmemiş midir? Roman, gerçek karakterlerin gerçek hayatı yaşadıkları bir sahnedir ve biz izlerken karşımızdaki diyalogların bir tirat olmadığını biliriz. Bu yüzden “albaya gelmeyen mektup” sinirlendirir bizi. Bu yüzden Lennie Small öldürülürken titreriz, gözlerimiz dolar. Javert’ten nefret ederken, ölümünde yas tutarız.

Popüler kitaplar, takipçisi çok olduğu veya editörü tanıdığı için basılmış romanlar biz gerçek okurları kitaplardan soğutamaz. Bir okurun tutkusunu, ancak başka bir okur anlar. Tek farkımız biz Gogol’ün paltosundan çıkmadık, Simurg’un peşine düştük. La Fontaine’den değil, Harname’den nasihat aldık. Romana inanıyoruz. “Kitap okumayı seviyor musun” diye sorulduğunda Sheldon ne cevap vermişti: “Sevmek mi? Kafka olabilir diye hamamböceği bile öldürmüyorum.”