Devlet, İstiklal Marşı’nın kabulünün 100. yılı dolayısıyla 2021 yılını “Mehmet Akif ve İstiklal Marşı Yılı” olarak ilan etti. Milli Mücadele yıllarında, bir tarafta cephede savaş olurken diğer tarafta da devlet hayatının doğal akışı gereği “istiklal marşı” için çalışmalar yapılmış ve gelen eserlerden en iyisi olarak görülen Burdur Mebusu Mehmet Akif’in yazdığı metin, 12 Mart 1921’de İstiklal Marşı olarak kabul edilmiştir.

Bu tarihten sonra Türkiye’nin İstiklal Marşı odur. Devletin her zaman baş üstü tutması gereken İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif’e, 1923’ten sonra yaşatılan sıkıntılar hiç de iç açıcı olmamıştır. Dışlanan ve bir nevi istenmeyen adam olarak görülen Akif, 1924 yılında ülkeyi terk ederek Mısır’a gitmek zorunda kalmış, 12 yıl kadar süren vatan hasreti ancak onun devası olmayan hastalığa duçar olmasıyla sonuçlanmıştır. Bu vesile ile 1936 yılında İstanbul’a dönmüş; vefatına kadar yanına gidip gelenler günlük raporlarla devlete sürekli bildirilmiştir.

Türkiye’nin İstiklal Marşı’nı yazan adamın cenazesi, devletin umurunda olmamış; dört hamal nezaretinde bir otomobil ile Beyazıt Camii’nin önüne getirildiğinde, Akif’in vefatını gazeteden öğrenen gençlerin “Şu kimsesiz cenazeye yardım edelim” diyerek öne atılmalarıyla gerçek anlaşılmış ve gelen “bu garip cenazenin” Mehmet Akif’e ait olduğu öğrenilmiştir.

Üniversite öğrencilerinin getirdiği Türk bayrağı ve vatandaşın tedarik ettiği Kâbe örtüsüne sarılan tabutunu, vefat haberini duyanların akın akın gelmeleriyle on binlere ulaşan mahşeri kalabalık omuzlar üzerinde mezarlığa taşımıştır.

Millet yediden yetmişe Akif’in tabutunu omuzlamak için yarışırken, gözyaşları sel olmuş; devletin bir çelenk dahi göndermemesi, resmi zevatın katılmaması hatta katılanların da soruşturmaya tabi tutulmaları efkâr-ı umumiyede kalpleri yaralamıştır.

Bu nedenle, 2021’in devlet tarafından “Mehmet Akif ve İstiklal Marşı” yılı olarak ilan edilmesi, etkinlikler yapılması çok anlamlıdır.  

Mehmet Akif’in hayatına bakıldığında, devlete son derece bağlı olduğu ve zor zamanlarda bile hakikatleri haykırmaktan çekinmediği görülmektedir.

İstanbul Fatih semtinde yetişmiş, Arapça, Fransızca ve Farsçayı ortaokul yıllarında öğrenmiş, bu sayede doğu ve batı edebiyatına, kültürüne ve yaşamına vakıf olmuştur. Genç yaşlarda atandığı memuriyetleri dolayısıyla Anadolu, Rumeli ve bu günkü Ortadoğu’yu gezmiş, batıya gitmiş ve dünya ahvaline vakıf olmuştur. Köklü dini, edebi ve kültürel birikme sahip olmuştur.

Yeri geldiği zaman II. Abdülhamid’e, İttihat Terakki’ye ve daha sonraki dönemlerde otoriter yapılara hakikatleri haykırmıştır. Vaazlarında, Şiirlerinde, Sebilürreşad ve Sıratımüstakim’deki yazılarında iki unsuru öne çıkarmıştır: Birincisi kavmiyetçilikten kaçınılması ve İslam birliği etrafında buluşulmasıdır. Milliyetçiliğin bölünmeleri ve felaketi getireceğine inanmıştır.  İkincisi de “çarık çürük” de olsa Osmanlı devleti mutlaka devam etmelidir. Ona göre İslam toprakları parça parça haçlılar tarafından koparılmaktadır. Bunu muhafazanın yolu, ayrılma ile değil birlik olmaktan geçmektedir. Bu nedenle Osmanlı devleti ayakta kalmalıdır fikrini seslendirmiştir.

Balkan savaşlarında, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında tüm mesaisini milletin ve devletin bekasına hasretmiştir. Dünyevi hiçbir hedefi ve emeli olmamıştır. İşte hayatını milletine adayan, Türkiye’nin istiklal marşını yazan bu onurlu adamın 1924’ten sonra çektiği çileler ve sıkıntılar, çok düşündürücüdür.

Onurlu ve hayatı çilelerle dolu bir yaşam süren bu “gerçek dava adamına” Allah’tan rahmet diliyorum.