İsyanlarımızdır şiiri tutuşturan…

“Başkaldırıyorum, öyleyse varız” demiş Albert Camus.

Lügatte, isyan ve boyun eğmedir, başkaldırı. Yorumlarsak; insanın kendiyle dikleşmesi, iç beni bulmak için, eğri gördüğü her şeyi reddedip; inandığı değerlerle pekişme arzusu.

Biraz da ezber bozarsak; adanmışlığın esnemesidir başkaldırı… Toparlarsak terbiye olma, buluşma ve kavuşma başkaldırı adlı postacının dağıttığı mektuplardır.

Öteki ben ile tartışmadan, kavgaya tutuşmadan, kendini yıkmadan bir eserin inşası mümkün olamaz.

Sanat, bir nevi insanın kendine yolculuğudur…

Sokakları; aramak, anlamak, bulmak olan bir şiir evin inşası; büyük bedeller ister. Ama önce hiçlik talep eder.

“Kimileri için bir hiçken, başkası için her şeysin. Her şey olmayı umarken, bir bakıyorsun ki, hiçsin!” Sartre’ın bu hiçliği, şiirin merkezidir.

Yıkılan gönülleri, şiir tamir eder…

Kuralları kurallarla bozan sistemin içinde yenilmişliği, yitişi dillendiremiyorsa şairler, şiir yok demektir. Şiir hep olmalı ki, insan kalan yanımızın sesini dinleyelim…

Gelgitlerin, çıkmazların, umutların en sancılı sesi, şiirde hissedilir. Şair duyguları derinliğinden çıkarıp, kendi derinliğiyle işler. Böylelikle şiirin samimiyeti okuyucuya ‘beni anlatmış’ dedirtir. Şair aşka, ıstıraba, neşeye, sevince kendini siper eder.

Edip Cansever’in “Şiirdir artık vatanım” deyişi muazzam bir huzurdur okuyucuya.

Şair duyguları anlam dünyasında birleştirdikten sonra, ahenk ve musikiyle yoğurur. Kalbe tesiri öyle güçlüdür ki şiirlerin, bazen bir dizede sabahlar, bir dizede akşam oluruz…

Şiirde dalgalanan heyecanları, okur kendi kalbinden hisseder. “Şimdi beni uçurumdan atsan, düşene kadar aklımdaki tek şey, sırtıma değen ellerin olurdu” ne güzel anlatmış Ahmet Telli sevmeyi.

Kaç dost, kaç sevda uçurum oldu yüreklerimize de hep sustuk. “Nereden başlıyorduk? İlk önce seviyor muyduk, yoksa güveniyor muyduk” diyor ya Oğuz Atay, ikisi de düğüm oluyor yüreğe. Şiir adlı ırmağa bastırdıkça yarayı, aşk çağırır bizi.

Aşk adlı anadilde ant içmeden, seslenmeyiz balığın karnındaki Yunus’a. Şiirin sadakati, çaresizliğimizi böyle yok eder.

Apollinaire, acıya başkaldıran Fransız şair, “Ben yalnızca büyük acılar karşısında dayanıklıyımdır” diyor.

Paris sokakları kibrin, esaretin yoksulluğun ve adanmışlığın gövde gösterisi.

Sokaklar, şair buhranları. Bunlardan biri de ömrünü bunalım ve isyanla tamamlayan şair Arthur Rimbaud. Boşlukla cebelleşti. Zevkleriyle tartıştı. Kaybetti. “Yine de yıkılmışlığım hiç terk etmedi beni” dedi. Paris yerden yere vurarak sever, sanatçısını.

Şair fikrini, düşüncesini, hislerini öyle ustaca eğitir ki, şiirin ritminde kaybolup gideriz.

Şairler yüzyıllar sonra da yağmur, ağaç, kum yani neye dokundularsa o olarak düşerler kıyımıza. Bu kadar güçlü şiirin tek istediği; sadelik ve vurgudur.

Ve şüpheler de bir başkaldırıdır…

“Ey sen! Ki şimdi, şüpheli bir şekll-i pür hayal oldun” Ahmet Haşim.

Vefasızlıktır şairi yalnızlık kıyısında ağırlayan. Duyguları tamamlayan şairlerin yalnızlığı da bir başkaldırı oysa.

“Şiir hikmetin hizmetçisidir, hikmet şiirden fazladır” Mevlana’ya göre…

Elmasın yontuluşu, altının işlenişi gibi insanın kendini keşfi için, şiir durağı şart. Evet, Mevlana’yı anlamak için, şiirdeki başkaldırıyı hazmetmek gerek.

Şiir sustuğunda, kalp, akıl ve dil susar. Yani yaşamak adlı cevher yok olur içimizden.

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor İstiklal Marşı’nın şairi, Mehmet Akif Ersoy: “Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş!”

Kalbinize emanetsiniz...