2010 yılının sonbaharıydı. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gelmiştim. Dersler henüz başlamamıştı. Kaldığım yurda yerleştikten sonra tarihi yarımadanın tadını çıkarmaya başlamıştım. Henüz arkadaş çevrem oluşmamışken bir keşfe çıkmak istemiştim. İstanbul’a gelmeden dinlediğim bir söyleşide kulağıma yarım yamalak bir mekân ismi çalınmıştı: Marmara Kıraathanesi. İstanbul’un en önemli düşünürleri ve yazar çizerleri oradaymış, öyle duymuştum. Aksaray’dan Gülhane Parkı’na kadar karış karış aradım. Karşılaştığım kişilere ve esnaflara defalarca sordum: “Buralarda Marmara Kıraathanesi varmış. Çok bilindik bir yermiş. Geleni gideni çokmuş. Orayı bulmam lazım.” Aldığım her cevap olumsuz değildi tabi bilmedikleri halde yanlış yönlendirdikleri için Mahmutpaşa’nın arka sokaklarında az dolaşmamıştım.

Telefonum akıllı değildi ve bir isim vererek keşfe çıkmak istemiştim. Çorlulu Ali Paşa Medresesi ve Sahaflar Çarşısı’nı sorup bulduğum gibi bulurum zannetmiştim. Aylar sonra Beyazıt Meydanı’nda çay içtiğimiz bir dost meclisinde Marmara Kıraathanesi’nin 1958 ile 1984 yılları arasında açık olduğunu öğrendim. Bab-ı Âli’nin en iyi kültür sanat insanları burada buluşur muhabbetlerini demlendirirlermiş.

Öğrenince üzüldüm, ama bir şimşek çaktı zihnimde. Marmara Kıraathanesi ismini kiminle paylaşsam ismin ruhunun yaşadığını fark ettim. Mekânlara, sokaklara, köprülere ve sokaklara verdiğimiz isimler ya bizi var edecek ya da ruhumuzu kimsesiz bir rüzgarın ardından sürükleyecek diye düşündüm. Düşündüğüm yer II. Abdülhamid Hân’ın kabrine giden sokak olan Türbedar sokakken artık bugünlerde 8965 numaralı sokaktan 8968 numaralı sokağa dönüyordum. Bu sayı numaralı sokaklarda büyüyen çocuklar kendilerini nereye ait hissediyor? Çocuklarımızın ruhlarının büyük bir boşlukta ve kimliksiz bir iklimde olduğunu düşünüyorum.

Eskişehir’de büyüdüm. Büyüdüğüm sokağın adı Sayın Sokak’tı. Bu ismi çok seviyordum. Sokağımızı çok beğenmişler de saygıdan böyle hitap etmişler gibi bir hava veriyordu. Sokağımızın adı değişince dünyam başıma yıkılmıştı. Sanki evimiz ruhen başka bir iklime taşınmıştı. Sokağın ismi değişmeseydi belki eski komşularımız orada olacak, kentsel dönüşüm faciası yaşanılan bir paçozluk ortada olmayacaktı.

Ali Sami Yen stadı yıkılmadan önceki son lig maçına gitmiştim. O zaman Galatasaray’ın kötü gidişatını bırakıp stadı izlemiştik uzun uzun. Taşınılan stada Türk Telekom Arena denilmişse de maça giden her Galatasaraylı Ali Sami Yen’e gidiyorum dedi. Maç öncesi Ali Sami Sokak’ta ışıklı ağaçların altında Orjin köftede yine köfteler yendi, marşlar söylendi.

Şimdilerde bakıyorum da hepimiz isim ve mekan konusunda duyarsızlık içerisindeyiz. Bir insanın kimliğini satılığa çıkarması mümkün müdür? Bize ait isimlerin ruhlarını korumak ve gelecek nesillere miras bırakmak bir zorunluluktur. Eskişehir Atatürk Stadı’nın adının değiştirilmesine ben karşıyım. O isimle var olan Eskişehirspor o isimle yaşamalıdır. Fakat itibarsız ya da tekrara düşülen mekânlara, ucuz reklam peşine düşülerek Atatürk ismini vermek Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e saygısızlık değil mi?

Bir yörenin hassasiyet duyduğu ya da sevmediği bir ismi o yöreye vermek hangi aklın ürünüdür? Yüzyıllardır Rumca, Ermenice ya da Kürtçe olan isimleri dönüştürmek kendi atamızdan utanmak değil de nedir? Geçmişin acı tatlı izlerini her haliyle yaşayıp yaşatma vakurluğunu ne zaman kazanırız?

Bu konuyla ilgili geçmiş yıllarda yaşanılan kötü tecrübelerden ders çıkarmazsak düşmansız işgal çalışmasına ön ayak olmuş oluruz. Yeni yapılan bir yola, köprüye, okula ve çeşmeye de kutuplaşmayla, nefretle değil sevgiyle seslenirseniz tüm yollar sevgiden geçer. Vesselam.