Kapitalizmin en büyük can suyu haline gelen post-modern çağın, insanı geçmişten koparıp geleceğe dair de hiçbir şey vadetmediğini, “an”da kalmaya zorladığını etrafımızı çevreleyen her türlü seküler emareden anlamak mümkündür…

Logosun ya da yapının sökümü ile paramparça hale gelmiş insan zihninin, her geçen gün inanç ve değerlerinden biraz daha uzaklaştığı gerçeği de herhangi bir ispat gerektirmiyor artık…

Değerlerin içini bilinçli olarak boşaltanlar, boşalanların yerine mutlaka bir şeylerin konması gerektiği bilinciyle, planlı-programlı birçok üretim gerçekleştiriyorlar…

Latince modo “ana ait olan” kavramından hareketle insanı “kalımsızlığın kalımı” moda da tutarak, onun adına neyin eski ve/ya yeni olması gerektiği bilincini hep taze tutuyor, sürekli alış-veriş halinde kalmasını sağlıyorlar…

İnsan, önceden ilahi inancının gereği olan ibadetlerle ve o inanca ait mabetlerde ruhuna dinginlik ararken artık, kapitalizmin simgesi haline gelen, post-modern hayatın yeni “mabedi” devasa alışveriş merkezlerinde -suni de olsa- adeta “ibadet” huşusu arıyor…

Bütün ruh dinginliğini eğlence ve alış-verişte arayan çağ insanının, geçici ve aldatıcı hazlara aldanmışlığı sebebiyle tutunacağı sağlam, uzun ömürlü bir dalı maalesef yoktur…

Bu denli tüketmeye ve eğlenmeye “Fun-morality” alışmış/alıştırılmış seküler kitleler-kopuklukları sebebiyle özellikle toplum demiyorum- sistem açısından her şeyin yolunda gittiği zamanlarda devletler için bir avantaj iken, bu ihtiyaçların karşılanamadığı dönemlerde çok ciddi krizlerin habercisidir…

Baudrillard’ın ifadesiyle kriz zamanlarında, tüketimi sağlayan haz ve eğlence ahlâkı, aynı zamanda toplumsallığı dinamitleyen bir değerler sisteminin de kaynağı haline gelir…

Meseleyi abartmadığımın en önemli delili: Pandemiye rağmen ve adeta ölüme meydan okuyarak insanların aştığı en önemli bariyer eğlence, haz ve alış-veriştir…

Bunun ne demek olduğunu anlamak için yukarıda ifa ettiğim “seküler insan” için alışveriş ve eğlencenin ne denli bir “ibadet” hüviyeti taşıdığını iyi görmek gerekiyor…

İbadet, mabet gibi kavramların sadece İslam ya da Müslüman normlar açısından değerlendirilmesi, meselenin küresel boyutunun gözden kaçırılmasına sebep olacaktır; zira kriz, bütün dinleri hedef almıştır ve her birinin kendince ibadeti ve mabedi vardır…

Bir şeyi -hangi türden olursa olsun- bir hazzı “atlama” korkusuyla yatıp kalkan günümüz insanının en önemli hazlarından biri de, modaya göre sürekli değiştirdiği kimliğini ya da kıyafetini gösterme arzusudur…

Bu yönüyle çağımız insanı maalesef küçümsenemeyecek oranda bir skopofili “görünme sevgisi” hastasıdır…

Sosyal medyanın tetiklediği bu skopofili, insanın daha kalıcı moral-değerlere olan ihtiyacına da işaret ediyor…

Orada olmanın, arayı yaşamanın değil, orada olduğunu göstermenin ya da yediğinin değil, yediğinin fotoğrafının paylaşmanın hazzıyla mutlu olmayı uman insanın hali; “Görünüyorum öyleyse varım” çıkarımındaki trajediden ibarettir…

Pandemi süreci hem devletin hem de toplumun paradoksal olarak eğlence ve alışveriş üzerinden birbirine ne denli mahkûm olduğunu çok net olarak ortaya çıkardı...

Sanki bu mahkûmiyet, “Ya birlikte yaşarız ya da birlikte ölürüz” kadar bağlayıcıdır…