Kıymetli dostlar; bugün 19 Mayıs Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın arkadaşları ile birlikte Samsun’a çıkarak işgal altında bulunan bir memleketi işgalden kurtarmak için kurtuluş mücadelesini başlattığı gündür.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı gündür. Bugünden başlayarak bir seri şeklinde sizlerle Kuruluş’un öyküsünü konuşmak istiyorum.

19 Mayıs birlik ve beraberliğin ruhudur!

Maalesef, hâlihazırda 19 Mayıs ruhunu hâlâ anlayamayan, Bandırma Vapuru’ndaki birlik ve beraberlik ruhunu sahip olmayan ve bu devletin hangi şartlar altında kurulduğunu bilmeyen yıllardır “kendi yazdıklarını” tarih diye okuyan ve zorla okutan bir güruhun 16 Mayıs 1926 tarihinde vatan hasreti ile ebedi hayata göç eden Sultan Vahdettin hakkında yazdıklarını görünce içim sızladı… Hakaret, küfür ağza alınmayacak sözler,  bilgisiz, belgesiz, düşünce kabiliyetinden, tarih bilgisinden yoksun bağnaz bir zihniyet!  Ülkenin kurtuluşu için makamından ve bütün servetinden vazgeçerek gitmek zorunda kalan, yoksulluk içinde hayata gözlerini yuman ülkenin kurtuluşuna katkısı olan birine nasıl hain denebilir?

Efendiler!

Yıllarca bilgiden, belgeden yoksun sorgulama kabul etmeyen ve bu millete tarih diye dayattığınız doğrulukla alakası olmayan hükümlerinize bir avuç bağnaz taraftarınız dışında hiç kimse inanmıyor. Çünkü siz kendi dayatmalarınızı her ne kadar zorlama ile kabul ettirmeye çalışsanız da unutmayın gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır…

Mustafa Kemal’i Samsun’a kim gönderdi?

Tarih tek bir kelime ile ya da sadece tek bir bakış açısı ile değerlendirilmez! İşte Sultan Vahdettin ile Mustafa Kemal arasındaki ilişkiyi de tek bir noktadan bakarak değerlendiremezsiniz. Kabul edelim ya da etmeyelim Mustafa Kemal Paşa’yı devletin elde kalan son imkânları ile Anadolu’ya gönderen kişi Paşa’yı daha şehzadeliğinden beri tanıyan Son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin’dir. 

Sultan Vahdettin gibi devletin en zor zamanında tahta geçmiş, içinde bulunduğu durumun farkında olan biri, Anadolu’ya göndereceği son paşayı karakaşının kara gözünün hatırına göndermiştir derseniz hata etmiş olursunuz. Son paşa diyorum çünkü Mustafa Kemal’den önce birçok Osmanlı Paşa’sı Samsun üzerinden Anadolu’nun çeşitli bölgelerine farklı sebeplerle gönderilmiştir. Hatta Mondros’tan sonra askerlerini dağıtmayan ve Doğu Cephesi’nde kurtuluş mücadelesi veren Kazım Karabekir Paşa da bu paşalardan biriydi. Askerlikten istifa edip askeri rütbesi olmamasına rağmen Mustafa Kemal Paşa’ya tabi olmuştur.  Burası da aslında çok ince düşünülmesi gereken bir meseledir.

Mustafa Kemal ile Sultan Vahdettin ne konuştu?

Eğer Sultan Vahdettin Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncelerinden, faaliyetlerinden ve yaptıklarından habersiz derseniz o zaman da tarihe ihanet etmiş olursunuz. Aradaki bağı anlamak için Gazi Paşa’nın Samsun’a çıkmadan önce kendi ağzından anlattığı Sultan Vahdettin ile son görüşmesini dikkatle okumak gerekir:

“Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu. Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti:) tarihe geçmiştir. O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum:

- Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!

 Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim:

- Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.

Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin' in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

-Merak buyurmayın efendimiz, dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.

 - Muvaffak ol! hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım. Naci Paşa, padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu.

- Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası. Dedi. Kapağının üzerine Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti:

- Peki, teşekkür ederim. Dedim…”

Sultan Vahdettin’i anlamak

Anlaşılan o ki Sultan Vahdettin de, Mustafa Kemal de ne yapabileceğini çok çok iyi biliyordu. Bu sebeple özellikle Sultan Vahdettin’in kendisine yaklaşımı ve ne olursa olsun ülkeyi kurtarmaktan vazgeçmemesi yönündeki bu yaklaşımı, verdiği hediyesi belki de bundan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın atacağı adımlarda en büyük yardımcısı olacaktı.

Arada geçen zaman dilimini bilahare değerlendireceğiz ancak konunun daha iyi anlaşabilmesi adına 27 Nisan 1920 meclisin açılışının dördüncü günü Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi ile Ankara’nın girişinde tüm mebuslar tarafından karşılanan Harbiye Nazırı Fevzi Çakmak Paşa’nın Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasının bazı kısımlarını paylaşmak istiyorum:

Fevzi Çakmak Paşa Meclis kürsüsünde

“Sevgili mebus arkadaşlar; Söze başlarken İstanbul’un esaret muhitinden kurtularak Ankara’nın hür muhitine geldiğimden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ve şükür ederim (Şiddetli alkışlar) ve beni böyle karşılayan sizlere de teşekkür ederim. Efendiler, gerek padişahımız efendimiz hazretleri, gerek bendeniz, beş yüz senelik bakir payitahtımızın ilk defa düşman tarafından işgali faciasını görmek bedbahtlığına uğramış felaketzedelerdeniz. İstanbul’un işgal edildiği gece İngilizler arabalarla, İstanbul’a Üsküdar ve Beyoğlu’na bahriye askerleri çıkartarak tüm ehemmiyetli yerleri tuttular. Şehzadebaşı’ndaki yatakhanelerinde uyuyan bir askeri birliği taradı. Canlı kalan askerleri dışarıda halkın gözü önünde öldürdü. (Meclisteki milletvekillerinden kahrolsunlar sadaları) O sırada İngilizler Harbiye Nezaretini işgal ederek benim makam odama kadar süngülü neferlerini soktular ve onlar tarafından belirlenen emirleri vermemi istediler. 

Hükümet de askerlerimizin şehit olması noktasında lazım gelen protestoyu yazmada geç kalmadı. Bir gün sonra padişahımız efendimizle görüşmek üzere Cuma Selamlığı’na gittim. Yozgat Milletvekili İsmail Fazıl Paşa sordu: ‘Hangi camiye paşam?’

Fevzi Paşa (devamla);  Beşiktaş Yıldız’da Hamidiye Camii’ne efendim. Namazdan evvel padişahımız bendenizi kabul ettiler. Fevkalade üzgün bir halde bulunuyorlardı ve Sultan Vahideddin Han, bana dediler ki: …Ben bugün böyle müthiş bir azap içinde camiye gelmek istemiyordum. Fakat halife olmam veçhiyle bu Cuma Selamlığı bana bir dini mükellefiyet. 50 yıllık bir yıkımın enkazı altında kalmak da bana çok ağır geliyor. Bu enkazın altında ezildik’ diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Ertesi hafta padişahımız beni Cuma Selamlığı’nda tekrar karşıladı ve buyurdu ki:

‘Paşam AMAN Anadolu ile irtibatı temin ediniz.’ Ben de dedim ki: ‘Efendim irtibat hazırdır. Fakat İngilizler sıkıntı çıkartıyor.’ Bu sözüm üzerine zat-ı şahane bana; ‘Olsun siz sakın Anadolu ile irtibatı kesmeyiniz’ buyurdular.

Arkadaşlar İngilizler bizden ve padişahımız efendimizden Anadolu harekâtını ve Kuvva-i Milliye’yi inkâr ve reddetmemizi istediler. Biz bunu kabul edemedik ve edemezdik de. Çünkü Kuvva-i Milliye’yi reddetmek doğrudan doğruya halkı reddetmek demektir. Biz bunun farkındaydık. Sonra İngilizler dediler ki siz ve padişahınız Kuvva-i Milliye’yi reddetmezseniz bütün yolları keseriz. Anadolu’ya giden tüm buğdaylara el koyup yalnızca bize yakın olan Ermeni ve Rum halka buğday verir, Türk halkını açlığa terk ederiz. Hükümet olarak biz ve Padişahımız buna rağmen Anadolu harekâtı ve Kuvva-i Milliye aleyhinde en küçük bir söz söylemedik. Zinhar söyleyemezdik. (Meclis’ten kahrolsunlar sedaları).” 

Bu vesileyle başta Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları olmak üzere bayrak inmesin, ezan susmasın diyerek bu toprakları bize vatan kılan tüm aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve dua ile anıyorum.