Necip Fazıl Üstad’ın ‘Aynalar’ şiirinde, aynanın karşısına geçerek hitap ettiği, hem kendisi ve hem de kendinin geçmiş suretidir.

“Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik; İşte yakalandık, kelepçelendik! Çıktınız umulmaz anda karsıma, başımın tokmağı indi başıma. Suratımda her suç bir ayrı imza, benmişim kendime en büyük ceza! Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme! Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!”

Aynaya “İşte yakalandık kelepçelendik” derken hem müşahhas olarak bir mahpusluktan ve hem de mücerred olarak aynanın sırrında hapsedilmiş olmaktan bahsediyor; aynalar zindan…

Çünkü aynanın hapsettiği suretler, hem asıl ve hem de asılın gayrıdır; hem o dur hem o değildir…

Bunu İBDA Diyalektiği’nde Mirzabeyoğlu şöyle izah ediyor:

“Bir şeyin zıllı, aksi, gölgesi, hayâli ve aynadaki görüntüsü, kendi mahiyeti ile zıll ve aks olmayıp, kendilerini meydana getiren asılın mahiyeti ile zıll ve aks olmuştur; çünkü görüntünün ve gölgenin mahiyeti yoktur. Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir. O halde asıl, gölgesine gölgenin kendinden daha yakındır…”

Çünkü aynadaki görüntünün ve gölgenin mahiyeti geçmiştir.

Fiziki olarak;

Bir metre uzaktaki aynaya baktığımızda, oluşan görüntümüzün hızı; ışığın gözümüze çarptıktan sonra aynaya ulaşma süresi 3 saniyenin 1 milyarda biridir.

Aynaya ulaşan görüntünün gözümüze gelme süresi de aynı olduğundan bunu ikiye çarpmamız gerekecek.

Bu zamanı beynimizin algılaması mümkün değil.

Ama eğer 1 metre değil de 4 katrilyon metre uzaktaki bir aynaya bakabilseydik 1 sene önceki geçmişimizi görebilirdik.

Muhiddin-i Arabi de; “Hak, sayısız güzel isimlerinin hakikatlerini bütün varlığı kuşatıcı bir varlıkta görmek istedi, bütün âlemi ruhu olmayan bir ceset olarak yarattı. Âlem parlatılmamış bir ayna gibidir. İlahî Emir, âlem aynasının parlatılmasını isteyince Âdem de bu aynanın cilasının ta kendisi olmuştur” diyerek âlemi bir aynaya ve ruhu olmayan cesede benzetiyor ve âlem aynasının sırrı ve cilası olarak da insana işaret ediyor.

Yani Esma’nın hakikati âlem ve âlem aynasının sırrı insan…

İnsan aynaya baktıkça sayısız sırlarla birlikte bu sırrın da idrakine ‘varırmış gibi oluyor’…

Sözün doğrusu şudur ki, aynadaki ben, benim geçmişimdir.

Üstad, aynaya bakarak geçmişiyle hesaplaşıyor:

“Nur topu günlerin kanına girdim. Kutsi emaneti yedim, bitirdim. Doğmaz güneşlere bağlandı vade; Dişlerinde, köpek nefsin, irade”

Ve Üstad, geçmişi kendisine ayan olunca itiraf, pişmanlık, iltica ve tövbe; aynalar vicdan;

“Günah, günah, hasad yerinde demet; Merhamet, sucumdan aşkın merhamet! Olur mu dünyaya indirsem kepenk: Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?”

Şiirin son dörtlüğünde Üstad, aynadaki suretinin asıl değil bir zıll-gölge, kendisi değil öteki, şimdi değil geçmiş olduğunu idrak edince, aynada hapsolan suretinin artık oradan çıkamayacağının, geçmişin geriye döndürülemeyeceğinin de farkına varıyor:

“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan. Bakamam, aynada, aynada vicdan; Beni beklemeyin, o bir hevesti; Gelemem, aynalar yolumu kesti…”