Kavramların arkasında, onları yoğuran ve kıvamını veren uzun bir tarih ve kültürel birikim vardır…

Biz etrafımızdaki her şeyi -maddi, manevi ya da soyut- kavramlarla tanımlarız…

Kavramlarla konuşurken -vurgu yapmasak da- onları inşa eden kodları iyi bilmek zorundayız; hangi inanç ve ideolojinin paradigmasıyla kodlandıkları son derece önemlidir…

Bugün ne yazık ki bütün dünyada olduğu gibi İslam coğrafyasında da, kendi kodlarını yitirmeyle karşı karşıya kalan bir “dindar”lık söz konusu…

Toplumların kendi inanç ve gelenek kodlarıyla uzun zaman dilimlerinde “katı”laştırdığı anlamlandırma dünyası, post-modern paradigmanın sıvılaştırma tehdidiyle karşı karşıyadır…

Her işinde ve duygusunda “ölçülü” olmayı tavsiye eden inanç ve değer kodlarına rağmen insan, sıvılaşan zeminde nereye savrulacağını bilemediği için hattın en uçlarına kadar sürüklenmekte, artan bir eğilimle hattın dışına savrulabilmektedir…

İnsanı geçmişinden koparıp, geleceği içinde hiçbir netlik vadetmeyen post-modernite, onu “an”a sıkıştırmış gibi görünüyor…

Ait olduğu bütün yapılardan kopararak yalnızlaştırdığı insanı, “özgür birey” aldatmacasıyla tavladığı kesin olan post-modernite buradan aldığı ilhamla, insanın zaman algısını da parçalamıştır…

Adeta tutunacağı dalı kalmayan post-modern, sevgi (-philia/-fili) gibi korkuyu da (-phobia/-fobi) hastalık derecesinde yaşamaktadır: Pedofili (sübyancılık), zenofobi (yabancı korkusu) vs…

Kavramları kendisi gibi “post”a bürüyen bu “modernlik” renksiz, şekilsiz, kokusuz ve güven vermeyen yanıyla, henüz fikriyatı şekillenmemiş çocukları ve gençleri onların yaşa bağlı “asi”liklerini kullanarak- tavlayabiliyor...

En azından kafalarını karıştırarak onları farklı arayışlar içine sokup, değerlerinden ve inançlarından uzaklaştırabiliyor ve kendi sularına çekebiliyor…

Post-moderniz, kodlarını yazdığı kavramlarıyla bir anlam dünyası oluşturup, kapitalizmin her türlüsüyle güçlü ittifaklar geliştirdiği için ne yazık ki tutunduğumuz ve yıllar içinde katılaştırdığımız, değer ve inanç sistemlerimizi ciddi anlamda tehdit ediyor…

“Özgürlük” vadiyle yalnız bırakılan birey, sahasına ve çıkarına yaklaşan herkesi “düşman” olarak görüyor ve onu adeta insan vasfından soyutlayarak “yok” edilmesi gereken bir nesneye dönüştürüyor…

Ya da birey, “İstediğin her şeyi alabilirsin” diyerek kışkırtıldığında yine önüne çıkan herkesi aynı şekilde “yok” etmeye yönelebiliyor…
İşte bugün şiddetin yaşanan her türünde, bu düşmanlaştırmanın etkilerini görüyoruz…

Her şeyin sadece ona ait olamayacağını, başkalarının da haklarının ve alanlarının olduğunu hatırlamak istemeyen post-modern, engellendiğini düşünerek öfkeleniyor ve kontrol edecek, ölçüye davet edecek bir değere de tutunamadığı için etrafını, “canavarca his”se varacak derecelerde kana bulayabiliyor…

Düşmanını soyutlaştırdığı için ne yazık ki bir vicdan sızlaması ya da muhasebesi gündemine hiç giremiyor…

Anlatmaya çalıştığım haliyle post-modern için düşmanın ne yazık ki “Kim?” olduğu hiç önemli olmuyor; bunu yaşanan örneklerden çok rahat tespit edebilirsiniz…
Onun vicdanında anne-baba, kardeş, arkadaş, komşu veya genel olarak insan ya da canlı farklı bir yer edinemiyor…

Hala değerleriyle yaşayan, tutunacak dalı olan merhametliler, vicdanlılar için ise işin en acı yanı işte bu vicdansızlık ve merhametsizlik oluyor…