İslamofobi’nin kelime anlamı İslam korkusudur. Bu hissiyatın kökleri Haçlı Seferleri’ne kadar geri gitse de kavramın 1990’lı yıllardan sonra kullanım kazandığı görülür. Körfez Savaşı, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi ve 11 Eylül saldırıları İslamofobi’nin kavramsallaşmasında ve yaygınlaşmasında önemli bir rol oynar.  Nitekim tüm bu gelişmeler, İslam dinine ve Müslümanlara karşı nefret, ayrımcılık ve düşmanlık tohumlarının ekilmesinde etkili olur. Bilhassa 11 Eylül terör saldırıları sonrasında İslam’a ve Müslümanlara yönelik sistemli bir karalama kampanyası başlatıldığı, yıpratıcı bir savaş verildiği göz ardı edilemez.

Baskı aracı ve caydırıcı bir silah

Bu karalama, damgalama ve etiketleme kampanyasının Batı toplumlarında etkili bir baskı aracına dönüştürüldüğünü söylemek mümkündür. Başlangıçta bu baskı politikasının amacının terör kaynaklarını kurutmak olduğu ifade ediliyordu. Terörü İslam’la özdeşleştiren sakat ve kusurlu bir düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkan bu mantığın kayıtsız şartsız rehber alınması, zamanla işin boyutunu değiştirdi. Öyle ki İslamofobi gelinen nokta itibariyle hem Müslümanların hem de diğer insanların İslam’dan uzaklaşmalarını; İslam’la aralarına bir mesafe koymalarını emreden caydırıcı bir silah haline getirildi.

Medyanın etkisi

Şüphesiz işin bu noktaya varmasında medyanın önemli bir etkisi vardır. Batı dünyasında yayın yapan gazete, dergi ve TV’lerin çoğunun basın özgürlüğü örtüsü altında, İslam ve Müslümanlar hakkında kışkırtıcı, ötekileştirici ve aşağılayıcı yayınlar yapması, İslamofobi’nin yediden yetmişe yayılmasında etkin oldu. Bu tür yayınlar, Avrupa’nın çokkültürlü demokratik dokusunda onarılmaz hasarlara yol açtı. Ayrıca bu yayınlar, korku, endişe ve güvensizlik kültürünün toplumlarda yaygınlaşmasına; basmakalıp önyargıların çimentolaşmasına kapı araladığı gibi terör örgütlerine de müsait bir iklim hazırladı.

Politikacıların rolü

Özellikle Geert Wilders gibi Avrupa’daki bazı politikacıların meydana çıkan korku kültüründen siyaseten beslenmeye çalışması, İslamofobi’nin yeni bir kulvara taşınmasını tetikledi. Avrupa’daki bazı marjinal politikacıların siyasi söylemlerinin odağına İslam karşıtlığını koymaları, toplumları daha güvenli bir mecraya taşımadığı gibi Müslümanları hedef alan terör eylemlerini cesaretlendirdi.

Politikacıların nefret söyleminde sınır tanımamaları, Avrupa`da yaşayan Müslümanların ciddi düzeyde can ve mal güvenliği sorunuyla karşılaşmalarına fırsat sundu. Bu durum maalesef Avrupa’da birlikte yaşama kültürünü dinamitledi. Halbuki politikacıların yapması gereken toplumlar arasına barış, sevgi, hoşgörü ve anlayış telkin etmekti; fakat onlar düşmanlık aşılamayı tercih ettiler.

Caydırıcı yaptırımların ve cezaların olmaması

Yapılan araştırmalar, gelecek 30 yılın sonunda Avrupa nüfusu içerisindeki Müslümanların oranının yüzde 20 seviyelerine ulaşacağını öngörmektedir. Dolayısıyla İslamofobik davranışları önleyici, caydırıcı yasal tedbirler şimdiden alınmalıdır. Zira caydırıcı yasal düzenlemeler yapılmadıkça salgın bir hastalığa dönüşen İslamofobi’yle mücadele yetersiz kalacaktır.

Bu durumun en güzel örneği antisemitizmdir. Nasıl ki Yahudilerin can ve mal güvenliğini korumak, onların ayrımcılığa maruz kalmalarının önüne geçmek için önleyici yasal tedbirler alınmışsa, bir benzeri de İslamofobi için hazırlanabilir. İslamofobik tutum ve davranışların gelecek nesillere taşınmaması ve de telafisi güç veya imkânsız hadiselere kapı aralanmaması adına geç olmadan yasal tedbirlere başvurulması, Avrupa’nın en temel demokratik ihtiyaçlarından biridir.