İçindeki insan ile tanışmak isteyenler, sorular sorar kendilerine. İnsanı içi aldatmaz, yanıltmaz; sadece sorgululatır… Bu iç mahkemede, cevap ne olursa olsun, kendi ile yüzleşebilecek cesareti bulmaktır asıl mesele.

Hayatın içini süzgeçten geçirirken, elbette boğaza bir şey tıkanıyor gibi olacak, hatta hafif ter de boşalacak ama emin olun değecek; “Yaşamak ve ben” dediğinizde, en yalın halimizle, seslenmiş olacağız kendimize…

“Ye, iç, çalış, gez, çabala, bir düzen kur!

Biraz bilinçli olmak istersen de oku, yaz ve analiz et.” Ya sonrası? Malum ölüm…

Hep ezberlerimizle nehir boyu yürümeyi mi tercih edeceğiz? Mesela bir sal yapıp, açılabiliriz içimizdeki denize…

Bana dikte edilen marşı mırıldanmak mecburiyetinde değilim diyenler, içindeki insanı sahneye davet etmek isteyenler; soruların ve cevapların dünyasına bir pencere açarlar.

Bu yeni bir göz demektir. Tarafsız, içten, samimi ve acımasız…

İnsanın kendinde yargılanması, vicdan, merhamet ve adalet adlı üç özel duyguya bağlı.

Özetle gözlerinle soru sorabiliyorsan, kalbin ile konuşabiliyorsan, bütün ruhunla da hissedebiliyorsan; yaşamak adlı cevherin vereceği cevaba erişmişsin demektir…

O cevap; ölü taklidi yapmadan, insanca yaşamak! Tat alarak yaşamak… Mutmain olmuş bir kalple pencereler açmak içe…

Soru cevapla başlar insanın iç yolculuğu… Yaşamın özeti de mutluluk adlı formül ve iç denklemlerdir…

Hazır mıyız içimizdeki biz ile tanışmaya? İçi kanatmaya, yaraları sarmaya. Hazır mıyız acıyla yüzleşmeye?

 ***

Çamurlaşmanın çoğaldığı, güvenin giderek azaldığı, iyi niyetlerin su istimal edildiği yaşam karesine ‘sevme’yi nasıl yerleştirmeyi düşünüyorsunuz?

Kalbindeki imzaya doğar insan, sevgiye… Ve ömrü boyunca da imzanın sahibini arar. Yani mutluluğu… İnsanın yeryüzündeki rolü, aramaktan ibarettir bir nevi. O arayışın içe yansıyan hal ile demlenmek, sevginin bir başka boyutudur…

Hani diyor ya Şems-i Tebrizi: “Ey aşk! Seni senelerce yaban ellerde, hoyrat dillerde aradım. Oysa bendeymişsin, bilememişim. Oyalanmışım kalakalmışım.” İşte uzağa değil, o yakına bakalım…

Heidegger şöyle der: “Bir insanı sevmek, onun hikâyesini sevmektir.”

Önce insan kendi hikâyesiyle dertleşmeli…

Bende sevmek nedir diye sormalı? Seviyor (-muş ), sevecek(-miş) gibi yapmadan dokunmalı sevginin omzuna. Diğeri menfaat, diğeri asalaklık.

Zevk içinde uyuşmuş bir beyni taşımak, hamallıktır. Böyleleri soru soramaz, cevap veremez! Çünkü sorular ve cevaplar senin kim olduğunun anlatan, silahtır… O silahı doğrulattım kendimize.

Pascal Mercier, “Lizbon’a Gece Treni” adlı kitabında, “Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum: ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulmayacaksın” der… Bu sefil didişmenin esiri olmak, ölü bir deriyle kaplanmak demektir.

Kendimizi tanımak istiyorsak, başkasında ‘ben nasılım’ sorusuna cevap vermemiz gerek. Unutmayalım, pergelin bir ucu sevmek adlı iksirde. Dönüp, durduğumuz bu hayat serüveninde, bizden geriye yarınları yaşatacak bir sevgi kalmalı…

Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Paulo Coelho: “Tam bütün cevapları bulduğunu düşünürsün, sorular değişir.”

Kalbinize emanetsiniz…