Hayatımızı bu derece kuşatan bir yalancılık acaba hangi anlayışın ürünüdür?

Bizim tarihimiz ve değerlerimiz, barındırdığı kodlar sebebiyle böylesine gamsız bir yalancılığı, kuşaktan kuşağa transfer etmiş olamayacağına göre, devşirilmiş bir yalancılığın izini sürmek en anlamlı yolu ifade edecektir…

Bir siyasal sistemi ya da kültürel unsuru farklı milletlerden -hele de inançları farklı milletlerden- iktibas ettiğinizde -tabir yerindeyse- tıpkı bir bilgisayar programı gibi arkasında yatan bütün kodlarıyla iktibas etmiş olursunuz…

Bugün, içinde yaşadığımız ve Batı’dan ithal ettiğimiz sistemlerin, Batı’nın kodlarından bağımsız olarak geldiğini iddia etmek, meselenin cereyanına dair hiçbir malumata sahip olmamak anlamına gelir…

“Demokrasi” ya da Batı tarzı “uygarlık” anlayışının taşıdığı kodlarla, İslam coğrafyasının “Medeniyet”e ya da devlet yönetimine yüklediği kodlar ve onların oluşturduğu anlam dünyası aynı olabilir mi?

Fârâbi’nin “Kitâbü Ârâʾi Ehli’l-Medîneti’l-Fâżıla”sındaki İslam şehir anlayışının ilk örneklerinden biriyle Batı’nın ilk şehir kodlarının yazarı Platon’un “Police”i için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?     

Batı için “uygarlık”ın ya da kiliseyi hedef alan Reformasyonun ve bunun sonucunda ortay çıkan Batı fikriyatının izlerini iyi sürmek için Lucien Febvre’e kulak vermek gerekir…

Luther ve Calvin’in, açtıkları yolun birileri tarafından nasıl aşındırıldığını iyi anlatan çok az şahsiyetten biri olarak…  

“Luther tutkulu bir şekilde anti-finansçı, anti-banker, anti-kapitalist idi” aslında…      

Ama açtıkları yolu, onların amaçlamadığı şekilde aşındıran püritenler işi, çıkarları için neredeyse her şeyi meşrulaştıracak noktaya vardırdılar…

Nasıl olsa her yalandan, suçtan, günahtan kurtulmanın bir yolu keşfedilmişti artık: İtiraf ederek, “Günah çıkarma” sayesinde…

Batılı, vicdanını kendince rahatlatmanın bir yolunu bulmuştu;  neden sınırları zorlamaya devam etmeyecekti ki…

Tamam, buraya kadar anladık, Batılı vicdanını rahatlatmanın kendince yolunu bulmuş görünüyor; en azından dünyası için…

Peki, bizim Müslüman siyasetçilerimiz ne oluyor?

Hangi aşındırmayla neyi meşrulaştırdılar ki yalanı çok rahat, hiçbir vicdani muhakemeye tabi tutmadan kullanabiliyorlar…

Siyasi ikballeri için türlü entrika ve tiyatrolara rahatlıkla başvurabiliyorlar…

Yalanın, entrikanın “siyaseten meşru” olduğunu, Batı’dan bir zihin transferiyle ithal edenler, inançlarından böyle bir “bağışlanma garantisi” almış olabilirler mi?

İhtimali bile olamayacağına göre, yüklendikleri veballerin farkında olmaları gerekiyor…

Bu topraklarda İslam’la filizlenmiş, kendi kültürüyle mayalanmış hiçbir medeniyet şuurunda ne siyasilere ne de her hangi bir zümreye tanınmış bir “ yalan imtiyazı” olmadığı gibi seküler bir “Günah Çıkarma” kurumu da yoktur…

Me yazık ki bütün bu gerçeklere rağmen milyonlarca kulun hakkını yüklenen ciddi bir yalancılık ve entrika üzerine kurulu siyaset biçimi vites yükselterek devam ediyor…

Yalan üzerine siyaset kuranları, toplumun önemli bir kesimi çok iyi biliyor ve onlar -kabul etmeseler de- bu “damga”yı yemiş durumdalar…

Yalanın bile bıktığı yalancılık, bu topraklarda asla kabul görmemeli ve bu yöntem, iktidara ulaştıramamalı…

Batılı, günahlarını bağışlayacak kilisesine güvenerek “kirli” yöntemlerine devam etsin; Müslümanın siyaseti, hayatı bu aşındırmaya teslim olmadı/olmayacak…