Araplara ait; “Mülûk’ün sözü, sözlerin mülûk’üdür” tabiri oldukça eskidir…

Bir arada yaşamak zorunda olan insan köyler, şehirler kurdukça ilişki ağları da onunla doğru orantılı olarak yatay ve dikey eksende gelişti, katmaları çoğaldı, buyotları genişledi…

Her ne kadar niyetler ve çabalar toplumlara belir bir düzen vermek, ahenk içinde yaşamalarını sağlamak üzerine kurulu olsa da, bu niyetler pürüzsüz bir zeminde, lineer olarak ilerlemedi, ilerlemiyor, ilerlemeyecek…

İnsanların inançları, kültürleri, eğitim düzeyleri ve bunlarla bezenmiş ahlaki normları, vicdanları, davranış biçimlerini etkileyen ve birbirinden çok farklı zihniyet yapıları ortaya çıkardı…

Hatta bu zihniyet yapılarının birbiriyle olan temas ve kavgaları sebebiyle oluşan etkileşimler, kendiliğinden ve çok farklı sentezler üretti; en masumundan en marjinaline uzanan yelpazede…   

Ortaya çıkan her zihniyet, etrafına toparlayabildikleriyle bir güç merkezi olma çabasına girdi ve olabildiğince kendi çıkarları için suyun başına geçmeye ve kaynaktan kimin ne kadar pay alacağına kendilerinin karar vermesi gerektiğine hükmetti…

Yani her farklı zihniyet, kendi çıkarının kavgasını vermeye başladı…

İşte o kavga, en ilkel haliyle tam olarak ne zaman ve nerede başladıysa bugün de en sofistike haliyle devam eden “suyun başına geçme kavgası”dır temelde…

Çıkarların “çıplak bir sebep” olarak gösterildiği kavgalar, “barbar” damgası yemekten kurtulamayacağı için üzerlerini allayıp pullayıp çok ulvi amaçlara hizmet eden “kutsal” görevlere dönüştürülmüştür hep…

Tarih boyunca -kavgasını gerçek adalet ve hak uğrunda verenleri tenzih ederim- edilen kavgaların, çoğu zaman değişmeyen hakikati, söze güç verenin ne derece güçlü olduğunu gösterme çabasıdır…

Bu hakikat devletler, sınıflar ya da inanç gurupları arasındaki savaş ya da kavgalarda çok daha berraktır…

“Güçlünün sözü, sözün güçlüsüdür” inanışı her zaman bir zorbalıkla ilerlemez; tarihin inşa ettiği güçlüden yana zihin, zorbaların işini daha da kolay hale getiriyor…

İşin en hazin ve en yaygın tarafının işte bu kabulleniş, “öğrenilmiş çaresizlik” üzerinden yürüyor olmasıdır…

Dünya böyle gelmiş böyle gider”, “Dünyanın düzeni böyle kurulmuş” gibi oturmuş kalıpları, artık hiçbir telkin olmadan mazlumlar kendi rızalarıyla kullanıyorlar değil mi?

Anlatmak istediğimiz şeyin benzerlerini tarihte aramaya kalkarsak, taşıyamayacağımız ağırlıkta bir müktesebat bizi karşılayacaktır…

Bir toplum ne kadar çok slogan üretiyorsa -içi boş ama bol duygu yüklü- o toplum kendi eksiklerini telafi etmek için bilinçaltı illüzyonlarına müracaat ediyor demektir…

Oysa bir toplum güçlendikçe dinginleşir, dinginleştikçe işine odaklanır, işine odaklandıkça daha da güçlenir…

Dile vuran gücün ihtiyarlığı temsil ettiği bir toplumda, bunun ne anlama geldiğini fazlaca ilmi izaha boğmaya gerek yoktur sanıyorum…

Sahada gücü olmayanların masadaki halini Cemil Meriç: “Masada zafer aramak uşakların işidir” diyerek tarif ediyor…    

Sahada güçlendikçe, devletlerarası diplomaside masada da güçlendiğimiz gerçeği her gün tarihsel hakikate daha da yakınlaştığımızı gösteriyor…

Sahada çok masada az ama güçlü konuşan bir Türkiye artık daha yakın…