Aklının bir kenarında bir cennet taşıyan kaç insan kaldı? O, kafasında bir cennet taşıyordu. Cennet, bedeli ödenmeden kazanılmazdı. Bir erik dalı kadar somut, bir kertenkele kadar hareketli, bir deniz dalgası kadar alımlı, yalnızken sıkıcı, dostlarla bir bağ evi kadar sıcaktı.

Evet, başında rüzgârlar esse de kendini bildi bileli kafasında bir cennet taşıyordu. Zaman zaman meydana iniyor ve sesleniyordu: “Ey insanlar! Dostlarım, kardeşlerim, sözüme kulak asmayanlar! Gelin, cehennem pahalı, cennet ise ucuzdur. Vazgeçtiğiniz kadar cennette; hırslandığınız kadar cehennemdesiniz” diye haykırıyordu. Sonra utanıyordu. Gerçeği çırçıplak anlatmak kadar tehlikeli bir hal yoktu. Gerçek, sıradanlaşıyordu. Cennet tasvir edildiğinde, cehenneme dönüyordu. O ise her seslenişinden sonra içine dönüyordu. Dünya dönüyordu. Yüzüne bakanlar dönüp gidiyorlardı.

O, bitimsiz bir oruç tutuyor, iftarın nasıl olacağını bile düşünmüyordu. Asıl mesele yolda olmaktı. Cennet, cenneti düşünmekti. Düşüne düşüne inşa olurdu cennet. Öyle bir gün geldi ki cenneti bulmanın yolunun cennetten vazgeçmek olduğuna karar verdi. Arzulamak cennete vurulan en büyük darbeydi. Arzulamaktan vazgeçti.

Dağı dağ, taşı taş, insanı insan olarak görmeye zorladı gözlerini. Gözleri yoruldu. Dağ da, taş da, insan da su gibi akıp gidiyordu. Gözünde âlem eriyordu. Oysa bir akış vardı ve her varlık kendi ezgisini söyleyip kenara, perdenin ardına çekiliyordu.

Derisini değiştiren hayvanlara, yaprak döken ağaçlara, doğuran, canından bir can daha çıkaran dişilere baktı… Hayat, cennete benziyordu. Evet, cennet daima yenilenmeydi.

Kalktı bir abdest aldı. Yüzünü yıkadı. Cennetinin üzerine sinen tozu toprağı attı. Yüreğindeki közün üzerine sinen külleri savurdu. Bahçede domates fideleri vardı. Diplerindeki toprağı kabarttı. Ayrık otlarını koparttı. Kulağına bir nağme geliyordu. Başını kaldırdı. Elektro bağlamayla Fidayda’yı söylüyordu bir delikanlı. İçindeki bozkır canlandı. Bir rüzgâr bozaran topraklardaki devedikenlerini önüne kattı. Toprak çırçıplak ortaya çıktı. Göklerden usul usul bir yağmur yağmaya başladı. Cennet, toprak kokusuydu.

Adam cenneti, toprak kokusunu, bir erik dalının yaprak döküşünü düşlerken; benim aklıma Behlül Dâna geldi. Herkesin Harun Reşid’i konuştuğu bir zamanda Behlül Dâna’nın sadece, yalnızca, kesinlikle Harun Reşid’in aklında olduğunu biliyor muydunuz? Ya da Rabiat-ül Adeviyye’nin eline bir kazma alıp cenneti yıkmak için hınçla yürüdüğü aklınıza geliyor mu?

Neyse… “Kurduğunuz cennet kimin mezarı üzerinde, kimin arsasında aman dikkat edin!” diyor başında cenneti taşıyan adam. Bunu bana dalından yeni kopardığı bir avuç çağlayı verirken söyledi.  Her çağlanın içinde bir erik saklıdır, dercesine.

Giderken de, “Bir anadan dünyaya gelen yolcu/Görünce dünyaya gönül verdin mi?” diye bir türkü tutturdu…