Hangi kokuları özlüyorsunuz?

Özlediğiniz kokuları bana verin; size unuttuğunuz bir güzelliği vereyim! Özlediklerinizi bir daha asla görememenin sancısını bilirsiniz... Görüntüler, sesler bizi çabuk terk edermiş. Koku ve tat ise ölene kadar takip ederlermiş. Adeta yaşadığımıza şahitlik eder kokular… Belki çoğunuz o kokuyu aldığı gün burnunuza hafif bir sızı gelecek özlediğiniz ana dair; o kadar!

Ne kadar acımasızım değil mi; baharın ilk kokusunu aldığınız anı, kanınızın burnunuzdan şorladığı gün hissettiğiniz tazeliği, çiğ damlasını yere sererken ayağınızdaki izin gözünüzde bıraktığı su lekesini, ömrünüzde ilk kez yediğiniz tropik bir meyvenin yasak tadını... Ruhunuzda iz bırakan kokuların o apansız gelip sezdirmeden gidişlerini ben de biliyorum. Sanki her dem o kokular olacakmış gibi hatırlama gereği bile duymadan bir gülün kokusunu, bir somun ekmeğin fırın sıcağı kokusunu, erik dallarından sokağa dolan rayihayı, gurbetten döndüğümüzde anamızın kokusunu ilk kez alışımızı, ilk parfümümüzün ilk aşk gibi yakamıza yapışmasını ne kolay unuttuk değil mi?!..

Ben en çok toprak ve yağmur kokusuna bulanıp gelen baharın ilk günlerindeki o taze, bakir, şıpıdak kokusunu seviyor ve özlüyorum sanırım. Ne zamandı, bilmiyorum; bir eski zamandı işte, yürümüştüm. Yürümenin ne kadar güzel bir eylem olduğunu o şıpır şıpır damlayan kokuyla öğrenmiştim. Belki de şükretmeyi unutmuştum o şaşkınlığımda da: bir daha, baharlar o kokudan vermediler bana.

O kokuyu almak sanki hayatın sırrına mazhar olmak, gizli masal kapısını aralamak denli lirikti.

Derler ki bir evden ölü çıkacağı vakit evin içini burcu burcu toprak kokusu kaplarmış.

O toprak kokusu ne zaman evimin içine dolar bilmiyorum ama bildiğim bir şey var: Kokular, o çok sevdiğimiz, ciğerimizi paralayan, burnumuzun direğinde kayıp bir gül gibi sallanan kokular bizleri terk ettikçe tat almanın da ne kadar zor olduğunu biliyorum. Tadın, tuzun ve kokunun silindiği bir zamana eren tenim o günü, yürümenin ne hayırlı, koklamanın ne içten, hissetmenin ne kadar insani bir eylem olduğunu anladığım güne gecikmiş bir şükür göndererek; umarım burnumun kapıları açılır, kayıp kokularım sılaya döner gibi dönerler ruhuma.

Beethoven 9.Senfoni’yi sağır iken yapmış, Homeros ise kör gözleriyle tasvir etmiş İlyada ve Odessa’da cereyan eden savaşları. Kokuların kıymetini bilenler ise koklama özelliklerini kaybedenler olsa gerek.

Afganistan’ın Semengan şehrinde bir yardım kampanyasına katılmıştım. Ailelere erzakları dağıtırken sırada bekleyen insanlara bakıyordum. On-on bir yaşlarında bir kız çocuğunun omzunu eliyle tutmuş bir adam geliyordu. Onu ön sıralara aldık. Erzaklarını aldılar, yine aynı şekilde geldikleri yoldan gerisin geri gittiler. Kız çok güzel gülümsüyordu. Babasına, gözlerini kaybeden adama göz olmuş o güzel kız. O adam belki de dünyada en çok kendisine göz olan kızını görmek istiyordu… Ve muhtemelen kızını kokusundan ve sesinden tanıyordu.

Oysa ben size yeni biçilmiş çimen kokusundan bahsedecektim… Taliban’ın Afganistan şehirlerini bir bir ele geçirirken o güzel kokulu çocukların nasıl korku koktukları gelmeseydi aklıma.

Kokuları kaybetmek biraz da kendimizi kaybetmeye benziyor. Ya da unutmak kadar insani olsa da unutmak kadar kahredici özlediğimiz kokulara dokunamamak...

Anamın kokusunu, bayram sabahlarında köyümüzün camisinin kokusunu, koyunların kokusunu, her yurt dışına çıkışımda ülkemin kokusunu; hani ninemin elleri gibi kokan ülkemin kokusunu özlüyorum. Ve çocukluk adını verdiğimiz o uzak ve acıklı ülkenin kokusunu özlüyorum. Orada yalanın kokusu yoktu.

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde adlı seri romanın bir yerinde bir kahve kokusuyla kahramanını seksen sayfa sürecek bir geçmişin yolculuğuna çıkarır. Eminim bazı kokular sizi en masum, burcu burcu kokan zamanlarınıza götürecektir.