Darbe girişiminin üzerinden beş yıl geçmesine ve bu sürede on binlerce örgüt mensubunun yargılanıp cezalandırılmasına rağmen, FETÖ ile mücadelede istenilen başarı elde edilemedi.

Çünkü hala terör örgütünün akla ziyan kanlı saldırılarının ve yaptığı katliamların ardındaki asıl tehlike olan düşünsel yapısı, uluslararası bağlantıları ve propaganda kabiliyetiyle tam olarak hesaplaşılamadı. Bu yüzden, dünyanın pek çok ülkesine dağılmış olan örgüt üyeleri hâlâ etkin bir biçimde hem sosyal medyayı kullanıyor, hem de parlamentodaki pek çok muhalif siyasi parti içerisindeki uzantılarıyla Türkiye’de gündem olmayı başarıyorlar.

MAĞDURİYET SÖYLEMİ ÇİRKİN BİR PROPAGANDA

Devlete sızdıkları makamlardan ancak KHK’lar ile atılabildikleri için, var güçleriyle “KHK mağduriyeti” propagandası yapıyor; başta CHP ve HDP olmak üzere pek çok siyasi partiden büyük destek görüyorlar.

Devlete ve millete karşı işledikleri suçlardan dolayı utanç duymaları gerekirken, öldürmeyi başaramadıkları Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında yürüttükleri “diktatör/tek adam” kampanyasını uluslararası çapta örgütleyebildiler. Elbette tüm bu gayretlerini “içeriden” aldıkları desteğe borçlular. Şüphesiz bu içerisi, sadece Millet İttifakı bileşeni partilerden ibaret değil. 17-25 komplosundan çok önce AK Parti içerisinde yer tutmuş siyasi figürlerin bugün gerçekte kime hizmet ettikleri deşifre olmuş durumda.

Ali Babacan’ın Cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’a imza verdiği saatlerde, karşısına çıkartılacak rakibi için ter döktüğünü itiraf etmesi dahi nasıl bir siyasi çürüme ve komployla karşı karşıya olduğumuzu açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Gezi terörünün sokaklarımızı yakıp kavurduğu bir vasatta, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın eylemcilerin duruşlarını takdir etmesinden; Ahmet Davutoğlu’nun darbenin işaret fişeği olan 17-25 saldırısında takındığı tavra kadar bir dizi “içeriden tahribat” FETÖ’cülerin bugün hala yok edilemeyen gücünü izah etmeye yetiyor.

DİLLERİNDE DEMOKRASİ, KALPLERİNDE DARBE

Fetullahçı Terör Örgütü’nün 1980’lerden bu yana sürekli olarak “demokrasi, insan hakları ve özgürlük alanlarının genişletilmesi” söylemlerini kullanmasına rağmen, tüm hayatı boyunca darbeleri desteklediği çok daha güçlü bir şekilde ifade edilmeli.

FETÖ’yü var eden temel amil, ülkeye hakim olan tüm egemenlerle uyum içerisinde ve bu yapılardan güç devşirerek hayatta kalmasıydı. Öyle ki Fetullah Gülen, 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’e hitaben kaleme aldığı ve Sızıntı Dergisi’nde yayınlanan mektupta: “Bu (darbe) düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en müstesna yeri işgal edecektir” denilerek darbecileri selamlanmıştı.

Bu sayede tüm siyasi partilerin kapatıldığı, on binlerce insanın cezaevlerine konulduğu bir dönemde FETÖ, Kenan Evren’in desteğiyle büyümesini sürdürmüştü. Bu süreç, örgütün daima düşman olduğu Necmettin Erbakan’ın 1997’de bir darbeyle devrilmesi esnasında da devam etmişti. Her zaman iktidarlardan güç devşiren FETÖ’nün Refah-Yol’a karşı darbecilerin safında yer almasının sebebi, halk ile vesayet odakları arasında yaşanan krizde mensuplarının deşifre olmasından korkmasıydı.

Bu yüzden tüm “demokratik söylemleri”ni bir süreliğine rafa kaldırabilmişti. Örgütün, mevcudiyetini devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu “daima güçlüden yana olma” ilkesi çerçevesinde 1997 yılındaki darbeyi de desteklemesi aslında “daima halk düşmanı” olduklarının bir diğer kanıtıydı.

Örgüt lideri Gülen’in darbeden önce, hükümete yönelik “Beceremediniz artık bırakın” şeklindeki çağrısı sadece kendi bültenlerinde değil, 28 Şubatçıların ağzına bakan diğer medyada da kendisine yer bulmuştu. Sincan’da halkı tehdit etmek için yürütülen tankları “heyecanla” karşılayan Gülen’in MGK kararları hakkında “isabetli içtihat” tanımlamasında bulunması ve darbecilerin “masum” oldukları yönündeki fetvasını da not düşmemiz gerekir.

ULUSLARARASI BİR PROJE

Refah-Yol Hükümeti’ne karşı yapılan darbeyi destekleyen FETÖ ile darbeciler arasındaki ilişki bir basit menfaat birlikteliğinin ötesindeydi. Darbeciler için İslam’ın tüm izlerinin, bunun doğal bir sonucu olarak halkın kendisinin kamusal yaşamdan ve siyasal süreçlerden silinmesi gerekiyordu. FETÖ ise “dinler arası diyalog” söylemiyle İslam’ın kamuda ve siyasette bir iddia ve talebinin olmadığının; tıpkı diğer muharref inanç sistemlerine benzer şekilde seküler bir dünyayı talep ettiğine dair argümanlar üretti.

Kendisine verilen bu vazifeyi 1994 yılında doğrudan Gülen’in talimatıyla kurulan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı vasıtasıyla yaptı. Müslümanların dünyada herhangi bir iddiasının olamayacağı, Batı’nın bir uydusu olarak hareket edilmesi gerektiği şeklindeki tezlerini daha sonra Abant Platformu ve bu düşüncelerin Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne ulaştırılması rolünü üstlenen Diyalog Avrasya Platformu eliyle sürdürdü.

Bu yönüyle FETÖ, Batı’nın topraklarımızdaki ajanlığı gibi basit bir göreve değil; ABD ve Avrupa’nın liberal söylemlerinin içinde gizlediği “egemenlik iddiasının” ajandasının takipçiliği gibi bir vazifeye talip oldu. 2004’te Abant Platformu’nun toplantılarının AB’nin başkenti Brüksel’e ulaşmasının ardından, 2007’de İngiliz Lordlar Kamarası’nda Fetullah Gülen’in “küresel barışa” katkı sağlayacak İslam dünyasında bir “rol model” olduğu tezi işlenmeye başladı. Bunu yaparken sadece ülkemizdeki Batı’nın beslediği ajanda takipçileri eliyle değil, çağdaş İslam düşüncesinin teorisyenlerinden Asaf Hussain gibi küresel ölçekteki kişilerden de destek aldı.

KİMİNLE MÜCADELE EDİYORUZ?

FETÖ temelde Batı’ya eklemlenmeyi ifade eden bu tezleri sayesinde hem Batılı efendilerinin gözüne girmeyi başarmış, hem de Türkiye’deki destekçilerini arttırmıştı. Fakat Türkiye’de var olan askeri vesayetin şiddetli baskısı altında, toplum tehlikenin büyüklüğünü fark edemedi. Zaten Hükümet fark ettiğinde de artık çok geçti.

FETÖ’nün AK Parti Hükümeti’ne karşı biriktirdiği nefretin patlama noktasının Cumhurbaşkanı’nın “one minute” çıkışı olması, Batılı efendilerinin düğmeye bastığı tarih olması açısından önemlidir. Bu tarihten sonra yaşadığımız 17-25 yargı darbesi, Gezi terörü, Güneydoğu’daki hendek terörü ve Kobani olaylarıyla ülkemizi kantonlara bölme girişimlerinden sonuç alamayanların son çare olarak başvurdukları darbeyi milletimizin teslim alınamaz iradesi sayesinde püskürttük.

Fakat, dini düşüncemizi tahrif eden, bizi köklerimizden kopartarak müstemleke haline getirmeye çalışanların, kimi zaman dindar, kimi zaman seküler, kimi zaman ise bölücü/liberal bir görünümde karşımıza çıkmalarına rağmen temelde aynı yerden beslendiklerini ve hedeflerinin aynı olduğunu kavramaz isek bu çirkin saldırıyı tam olarak bertaraf edemeyiz.