Balık, içinde yaşadığı denizin farkına varamaz derler. Bu söz her aklıma her geldiğinde milletimizin halini düşünürüm. Çoğu zaman biz de gözümüzün önünde durup bizlere hayat veren değerlerimizi göremiyoruz.

Yurt dışına giden gurbetçilerimiz bu dediğimi iyi bilir. Öyle uzun boylu gitmeye de gerek yok. Kısa bir yurt dışı seyahati yapanlar bile memlekette nasıl bir zenginlik içerisinde yaşadıklarını fark ederler. Nedir bu zenginlik: Para mı? Konfor mu? Modern şehirler mi? Yaşam şartlarının kolaylığı mı? Hayır! Bahsettiğim zenginlik parayla alınabilecek türde bir şey değil.

Günde beş vakit okunan ezanlar, her yanı süsleyen al yıldızlı bayraklarımız, sokak arasından geçen hurdacıların veya satıcıların bağırtıları, pencere önlerinde bekleşen beyaz yaşmaklı ağzı dualı yaşlı teyzelerimiz, tek kale maç yapan mahalle çocukları, her köşe başında susuzluğumuzu dindiren sebillerimiz, melek yüzlü annelerimizin yaptığı yemekler, diz kırıp oturduğumuz sofralarımız ve daha nicesi… Günlük hayatımızın sıradan işleri gün gelir özlem olup omuzlarımıza çöker. Altın kafeste olsak yine de bu sıradan bildiğimiz halleri yaşamak isteriz.

Almanya’dan dönüşte toprağı öpen gurbetçilerin halini anlıyorum. Bahsettiğim şey tam da bununla ilgili. Memleketin çayı, çorbası, ekmeği, suyu, ayranı, peyniri, yemeği, muhabbeti, insanı kısacası her şeyi bizim için farklıdır. Elin Alamanya’sında gördüğü düzenli şehirler, otomata bağlanmış, lüks hayat, arabalar, avrolar insanımızın içindeki boşluğu doldurmaya yetmez. Gönül illa ki Karadeniz’deki o yaylayı özler, Anadolu’daki arabaşıyı, etli ekmeği, acılı kebabı, tarhanayı, mis gibi tereyağını çeker. Gönül illa ki “hoş geldin, safalar getirdin” diyen anayı, babayı, bacıyı, yeğenleri özler. Gönül çorak da olsa, fukara da olsa, uzak da olsa illa ki toprağını özler.   

Biz bu özlemin adına “gelenek” deyip geçiveriyoruz. Oysa gelenek tıpkı hava gibi su gibi etimize, kemiğimize işleyen görünmez gıdadır. Zaman geçtikçe ata toprağından uzak kalan veya ata toprağında olup geleneğine yabancılaşan yeni nesiller için bahsettiğimiz gelenek hiçbir şey ifade etmeyebilir. Milletimizi bekleyen en büyük tehlikelerden biri de budur. Babasının yanında ayaklarını uzatmamayı, misafire hürmet göstermeyi, bayramlarda büyüklerin elini öpmeyi, yoksulun hakkı olan zekâtı-fitreyi zamanında vermeyi, büyüklerin mezarlarını ziyaret etmeyi, vefayı, saygıyı, bağlılığı ancak görerek-yaşayarak öğrenebilir yeni nesiller.

Oysa şimdiki nesil başını cep telefonlarından kaldırıp da iki çift laf konuşmayı bile fuzuli görüyor. Bayramdan bayrama gerçekleşen sıla-i rahimlerde “aman bir önce bitsin de gidelim” der gibi oradan oraya sürükleniyorlar. Hâlbuki ana-babaların anlatmaları lazım; sıla-i rahim nedir, neden önemlidir, ana hakkı, ata hakkı nedir, neden önemlidir öğretmeleri lazım. Bu iş okullarda verilecek eğitimle olacak iş değil. Zaten mevcut eğitim sistemimizin böyle bir derdi de yok.  

Geleneği önce yaşayacağız ki öğretebilelim. Çünkü en güzel öğrenme şekli görerek, yaşayarak öğrenmektir. Bunun anlamını idrak eden, bunun güzelliğini kavrayan çocuk bir ömür o yolu terk etmeyecektir emin olun. Yeter ki sevdirelim.

Geleneğin özünü oluşturan şey ise büyük oranda dinimizdir. Binlerce yıllık geleneklerimiz İslam ile öylesine kaynaşmış ki birini diğerinden ayırmak oldukça zor. Bunun için öncelikle dinimizi çok iyi tanımak geleneği anlamamızın ön şartıdır. Dinini bilmeyen bir gencin Kurban bayramında yapılanları, ziyaretleri, ikramları, bayram harçlıklarını, mezar ziyaretlerini ve tekmil geleneklerimizi anlaması imkânsızdır. İşte bunun için “geleneği yaşamak” ile işe koyulabiliriz.